Perşembe, 01 Muharrem 1447 | 2025/06/26
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

-Basın Açıklaması- Endonezya'da Âlimler Konferansı إِنَّمَا يَخْشَى اللَّهَ مِنْ عِبَادِهِ العُلَمَاءُ  "Kulları içinde Allah'tan en korkanlar âlimlerdir." [Fâtır 28]

Rasulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] şöyle buyurmuştur: [اَلْعُلَمَاءُ وَرَثَةُ الأَنْبِيَاءِ] "Âlimler, Enbiyâ'nın vârisleridirler." [Ebû Dâvud ve Tirmizî, Ebî'd Derdâ kanlaıyla tahriç ettiler]

Evet, âlimler Enbiyâ'nın vârisleridirler. Âlemlere rahmetin gerçekleşmesi için Rasulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem], İslâm'ı insanlara ulaştırdığına göre keza âlimlerin misyonu da aynı ameldir. Müslümanlar üzerinden uzun bir zaman geçerek her yönden kendilerine şiddetli bir inhitat arız olmasının ardından İslâm'ı ikinci kez âlemlere rahmet olarak nasıl gerçekleştirirler. Binaenaleyh âlimlerin rolü ve misyonlarının yanı sıra sorumlulukları, İslâm ile Müslümanların tekrar izzete kavuşturulması hususunda Ümmeti kalkındırmaktır.

Âlimlerin rolünün zaruretini idrak etmek amacıyla Hizb-ut Tahrir, el-İsrâ ve'l Mirâç ve Hilâfet'in yıkılışının elim yıldönümü üzerinden 88 sene geçmesi münasebetiyle M. 21 Temmuz 2009 el-muvâfık H. 28 Receb 1430 günü, Cakarta-Sanayan-İstora / Endonezya'da Âlimler Konferansı'nı düzenledi. Konferansa Âlim, Üstâz ve Şeyh olmak üzere farklı bölgelerden, Endonezya illerinden ve pek çok İslâmî beldelerden yedi binin (7.000) üzerinde kişi katıldı. Konferansın temel gayesi, Şeriat'ın tatbiki ve Hilâfet'in geri getirilmesi için çalışılması hususunda taahhütlerinin tespit edilmesidir.

Konferansın sonunda konferansçıların yayınladığı sonuç bildirgesinde katılımcı âlimler, Hilâfetin azîm bir farz olduğu ve onu getirmek için çalışmanın da her Müslümana büyük bir farz olduğunu açıkladılar! Zira sahabe [Rıdvanullahi Aleyhim], ölünün defnedilmesi farz olmasına rağmen Rasulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in vefatının üzerine Halîfenin nasbedilmesini O'nun defninin önüne geçirmişlerdir ve Halîfeye biat edilmesinin öne alınması bu farzın azametinin delilidir.

Aynı şekilde Rasulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem], varlığı halinde Halîfeye biat etmeyen veya yokluğu halinde bir Halîfeyi çıkarmak için çalışmayan kimsenin ölümünü, cahiliye ölümü saymıştır ve şer'î biat ancak Halîfeye olur.

مَنْ خَلَعَ يَدًا مِنْ طَاعَةٍ لَقِيَ اللَّهَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ لا حُجَّةَ لَهُ وَمَنْ مَاتَ وَلَيْسَ فِي عُنُقِهِ بَيْعَةٌ مَاتَ مِيتَةً جَاهِلِيَّةً "Her kim itaatten elini çekerse, kıyâmet gününde lehine hiçbir delil bulunmaksızın Allahu Te'alâ'nın karşısına çıkar. Her kim de boynunda bey'at olmadan ölürse câhiliye ölümü ile ölmüş olur." [Müslim, Abdullah İbn-u Amr kanalıyla tahriç etti]

Ayrıca hadlerin ikamesi, malın, canın, onurun, dinin, aklın, neslin korunmasına ilişkin hükümlerin tatbik edilmesi, insanların güvenliği, İslâm'ın yayılması, fetihlerin gerçekleştirilmesi, insanların sömürgecinin aşağılamasından ve baskısından kurtulmasına ilişkin hükümlerin tatbik edilmesi; işte tüm bunlar, bir Halîfeye/"İmâma" muhtaçtır. Zira SallAllahu Aleyhi ve Selem, şöyle buyurmuştur:

إِنَّمَا الإِمَامُ جُنَّةٌ يُقَاتَلُ مِنْ وَرَائِهِ وَيُتَّقَى بِهِ "İmâm (Halîfe) ancak bir kalkandır, onun arkasında savaşılır ve onunla korunulur." [Müttefik-un Aleyh]

Yine sonuç bildirgesinde âlimler, İslâm'ın hükümlerine dair Allah'ın kendilerine bahşettiği ilim ve anlama noktasında var güçleriyle bu azim fazlı gerçekleştirmek için ön saflarda olacaklarını belirttiler. Bu noktadan hareketle sonuç bildirgelerinde Hilâfet Devleti'ni kurarak İslâmî hayatı yeryüzünde yeniden başlatmak için Hizb-ut Tahrir'in yaptığı azme değer çalışmayı son derece takdir ettiklerini ve desteklediklerini, Ümmeti bilinçlendirmeye dönük sürekli çalışmakla birlikte bu mübarek ameli desteklemek için ciddî çaba sarf edeceklerini ve Hilâfeti kurmak için çalışanlara nusret vermeleri için Müslümanların beldelerindeki kuvvet sahiplerine yöneleceklerini ifade ettiler.

Bunun yanı sıra sonuç bildirgesi bir uyarı ve müjdedir: Sömürgeci kâfirler ile zalim yöneticilerden olan ajanlarının İslâm'a ve Müslümanlara karşı işledikleri tüm cürümleri İslâmî Ümmet'in hafızasına kazıdığı ve Allah'ın izniyle Hilâfet kurulduğunda onlara hak ettikleri şer'î cezalara çarptıracağı noktasında onlar için bir uyarıdır. Muhakkak ki Allah, yardım edendir.

Mü'min ve salih kullarını Halîfe kılacağına dair Allahu Subhânhu'nun vaadini tasdik etmek üzere Râşidî Hilâfet fecrinin doğması vaktinin artık girdiği ve geldiği noktasında İslâmî Ümmet için bir müjdedir.

وَعَدَ اللَّهُ الَّذِينَ آَمَنُوا مِنْكُمْ وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُمْ فِي الأَرْضِ كَمَا اسْتَخْلَفَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ

"Allah, sizlerden îmân edip sâlih amel işleyenleri, kendilerinden öncekileri yeryüzünde Halîfe kıldığı gibi onları da yeryüzünde Halîfe kılacağını vaat etti." [en-Nûr 55]

Keza Rasûlü [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in içerisinde bulunduğumuz zorba diktatörlükten sonra Nübüvvet Minhâcı Üzere Râşidî Hilâfet'in geri geleceğine dair sahîh hadisindeki müjdesini gerçekleştirmek üzere de İslâmî Ümmet için bir müjdedir.

ثُمَّ تَكُونُ خِلافَةً عَلَى مِنْهَاجِ النُّبُوَّةِ "Sonra (yeniden) Nübüvvet Minhâcı üzere [Râşidî] Hilâfet olacaktır." [Ahmed, tahriç etti]

Konferans, dört bir bölgeden ve ilden gelen âlimlerin temsilcileri ile saygıdeğer misafirler tarafından sonuç bildirgesi "Âlimler Misakı'nın" imzalanmasıyla sona erdi. Sonuç bildirgesini, diğer konferans katılımcıları da imzaladı. Muhakkak ki Allah, Veliyy-ut Tevfîk'tir.

بِنَصْرِ اللَّهِ يَنصُرُ مَن يَشَاء وَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ وَيَوْمَئِذٍ يَفْرَحُ الْمُؤْمِنُونَ "İşte o gün, mü'minler de Allah'ın zaferiyle ferahlayacaklardır. Allah dilediğine nusret, zafer verir. O, ‘Azîz'dir, Rahîm'dir." [er-Rûm 4-5]

 

Muhammed İsmâ'îl Yusanto

حزب التحرير
Hizb-ut Tahrir

Resmî Sözcüsü
Endonezya

 

Devamını oku...

-Basın Açıklaması- Amerikan Savaş Gemisi, Endonezya'nın Natuna Sularından Geçti

Endonezya Hükümeti ile halkı, Devlet Başkanlığı seçimleriyle uğraşırken özellikle Bahr Adası ile Subi Adası suları arasındaki Endonezya ada denizi hatları bölgesinde olmak üzere altı Amerikan savaş gemisi, 23.06.2009 günü Natuna'nın Kuzey bölgesindeki sulardan geçti ki bunlardan biri USS Ronald Reagan adındaki uçak gemisiydi.

Endonezya Deniz Kuvvetlerine bağlı gözetleme uçağı [Cassa], üç saat boyunca bunları takip ettikten sonra savaş gemisi konvoyu, Natuna suları bölgesinin Kuzeyine doğru uzaklaştı.

Bu olay, Jawa Pos Group Gazetesi'nde 26.06.2009 günü yayınlanmasından sonra resmî olarak duyuruldu. Olayı yayınlayan Endonezya Enformasyon Bakanlığı Resmî Sitesi, Deniz Kuvvetlerine bağlı casus uçağı U-621'in Natuna suları bölgesinde altı Amerikan gemisini tespit ettiğini doğruladı. Deniz Kuvvetleri Bilgi Yönetim Müdürü Birinci Laksamana İskender Situmpol, 26.06.2009 Cuma günü Cakarta'da yaptığı basın açıklamasında Amerikan savaş gemisi konvoyunun Endonezya'nın seçkin ekonomik bölgesindeki sulardan geçmesinin kanuna aykırı olmadığını açıkladı. Zira o, izine gerek duymayan serbest dolaşım özgürlü bölgesinde seyretmektedir. O halde sorarız: Madem ki gemiler, usulsüzlükte bulunmadılar o halde ne diye Natuna suları bölgesinin Kuzeyinden uzaklaşmak zorunda kaldılar? Olay, olağanüstü ve ciddi olup Endonezya bölgesi için bir tehlikeyse ilgili taraftan resmî açıklamanın yayınlanması ne diye olayın meydana gelmesinden sonra, özellikle de medya organları tarafından yayınlanmasından sonra üç gün gecikti? Yoksa burada başka bir şey mi var?

Evet, medya organları, 24.05.2009 günü, Pasifik Batı eyaletlerindeki rutin işlerine başlamak üzere Group [CSG] 7 Carrier Strike'dan Ronald Reagan Uçak Gemisi'nin 27.05.2009 günü Santiago'dan yola çıkacağını yayınladı. Uçak Gemisi Taarruz Gurubu [Carrier Strike Group - CSG] 7, Nimitz USS Ronald Reagan [CVN 76] derecesinde nükleer uçak gemisi içermektedir. Onunla birlikte Carrier Air Wing [CAW] 14, Keşif Gemisi USS Chancellorsville [CG 62], komuta gemisi ve [COMDESRON 7] yok edici filo, USS Decatur [DDG 73], USS Grindley [DDG 101], USS Howard [DDG 83], Frigate USS Thach [FFG 43] ve Explosive Ordnance Disposal Mobile Unit [EOFMU 11]'i içermektedir. Carrier Air Wing [CAW] ise, Strike Fighter Squadron (VFA) 22 "Redcocks", VFA 25 "Fist of the Fleet", VFA-113 "Stingers", VFA-115 "Eagles" Airborne Early Warning Squadron [VAW] 113 "Black Eagles", Tactical Electronic Warfare Squadron [VAQ] 139 "Cougars", Carriers Logistics Support [VRC] 30 Detachment 1 "Hustlers", Helicopters Anti Submarine Squadron [HS] 2 "Black Knights'ı" içermektedir. Bu Amerikan askerî hareketlilik, dolaylı yada dolaysız olsun onun sömürgeci dış politikasının bir parçasıdır ve takip edilmesi kaçınılmaz olan da işte budur.

Buna binaen Hizb-ut Tahrir / Endonezya:

1. Uluslararası deniz hukukuna istinaden Endonezya bölgelerine tecavüz etmesinden dolayı Amerikan Hükümeti'ne uyarı gönderir. Eğer Amerika, provokasyonunda ısrar ederse Obama'nın Kahire konuşmasında ilan ettiği karşılıklı saygı fikri, bizzat bir aldatmadır.

2. Amerikan savaş gemilerinin provokasyonu karşısında kesin tavırlar takınmaması halinde bu olay üzerine ülke yöneticilerinin Endonezya bölgelerinin birliğini korumaya yönelik yaptıkları açıklamaları birer içi boş açıklama olarak görecektir.

3. Özellikle harcamaları ve dayandığı araçları yeterli değilse geniş bölgeleri korumanın hiç de kolay olmadığının farkındadır. Binaenaleyh bu yükümlükleri yerine getirmek için gerekli güce, yeterliliğe ve araçlara gerek vardır. Bunların oluşturulması ise, Ümmetin birleşmesi ve Müslümanların beldelerinin enerjilerinin bir araya gelmesiyle mümkündür. İşte burada Şeriat ve Hilâfet fikrinin önemi ortaya çıkmaktadır. Zira Endonezya da dâhil olmak üzere İslâmî beldelerin her karışını sömürgeci devletlerin müdahalelerine ve işgallerine karşı korumaya muktedir birinci devlet halinde gelmesi için İslâmî âlemi birleştirecek olan odur. Buna göre Endonezya, Hilâfete şiddetle muhtaçtır.

 

Muhammed İsmâ'îl Yusanto

حزب التحرير
Hizb-ut Tahrir

Resmî Sözcüsü
Endonezya

 

Devamını oku...

-Basın Açıklaması- 2009 Yılı Cumhurbaşkanının Seçilmesi

Önümüzdeki 08 Temmuz günü Cumhurbaşkanının ve yardımcısının seçilmesi işlemi yapılacaktır. İslâm'da devlet başkanının seçilmesi, Devlet Başkanın/İmâmın nasbedilmesi babındandır. Bu husustaki şer'î hüküm, şu iki hususla ilişkilidir ki bunlar: Kişi ve nizamdır.

Kişiyle ilgili olana gelince; İslâm, devlet başkanında bulunması gereken inikat şartlarını belirlemiştir ve bu şartlar şunlardır: 1) Müslüman olması, 2) Baliğ olması, 3) Akil olması, 4) Erkek olması, 5) Hür olması, 6) Adil olması, 7) Devlet başkanlığı yükümlülüklerini ve sorumluluklarını taşımaya muktedir olmasıdır.

Nizama ilişkin olana gelince; devlet başkanı seçilecek kimsenin İslâm Nizamı'nı tatbik etmesi gerektiğinin açıklanması kaçınılmazdır. Bu da Müslüman olması itibarıyla akîdesinin kendisine vacip kıldığı bir şey olmasının yanı sıra İslâm'daki aslî amelinin, hayatın her alanında İslâmî şeriatı tatbik etmek için olmasıdır. Zira toplumun korunmasına ilişkin ulvî hedefler onunla gerçekleşir. İslâmî olmayan nizamlara gelince; asla ıslahı gerçekleştiremezler. Ancak fesadı ve hezimetleri gerçekleştirirler. Ayrıca Allahu Te'alâ, Kerîm Kitâbı'nda şöyle buyurmuştur:

وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا أَنزَلَ اللَّهُ فَأُوْلَئِكَ هُمْ الْكَافِرُونَ "Her kim Allah'ın indirdikleri ile hükmetmezse (yönetmezse), işte onlar kâfirlerin ta kendileridir." [el-Mâide 44]

Ve şöyle buyurmuştur:

وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا أَنزَلَ اللَّهُ فَأُوْلَئِكَ هُمْ الظَّالِمُونَ "Her kim Allah'ın indirdikleri ile hükmetmezse (yönetmezse), işte onlar zâlimlerin ta kendileridir." [el-Mâide 45]

Ve şöyle buyurmuştur:

وَمَن لَّمْ يَحْكُم بِمَا أَنزَلَ اللّهُ فَأُوْلَـئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ "Her kim Allah'ın indirdikleri ile hükmetmezse (yönetmezse), işte onlar fâsıkların ta kendileridir." [el-Mâ'ide 47]

İşte bu Kur'anî nasslar, Allah'ın şeriatı ile hükmetmeyen bir kimse için Allah tarafından kesin bir uyarıdır.

Bunun yanı sıra Allahu Te'alâ, en-Nisâ suresinin 59. âyetinde mü'minlere emir sahiplerine itaat etmelerini emretmiş, onlara olan itaatlerini Allah'a ve Rasûlüne itaatle ilişkilendirmiştir. Binaenaleyh İslâmî şeriatı ikame edecek veliy'yul emri ortaya çıkarmak şer'an vaciptir ve onu terk etmek Allah katında masiyet ve günahtır. Laik nizamları tatbik edecek, şeriatın tatbik edilmesini engelleyecek ve İslâmî hayatın yeniden başlatılmasına davet edenlere düşmanlık edecek bir kimseyi çıkarmaya gelince; bu masiyettir ve onun seçilmesine katılmak haramdır.

Allahu Te'alâ'nın İslâm ile rahmeti, İslâm ancak kapsamlı ve disiplinli bir şekilde tamamen tatbik edildiğinde gerçekleşir. Allah'a ve Rasûlüne itaat eden bir devlet başkanı, devleti ve insanları, şer'î hükümlerin tatbikine, insanların işlerinin bunlarla güdülmesine sevk eden, insanların birbirleriyle, devletle, devletin diğer devletlerle olan ilişkilerini düzenleyen, hükümetin emin ve muhlis idarî organları yoluyla eğitim, sağlık, iletişim, ulaşım, elektrik gibi hizmetleri insanlara en güzel şekilde sağlayan kimsedir. Keza o, müstehcen resimleri, çalışmaları ve kumarı tamamen yasaklayacak, ekonomik büyümeyi arttırmak, iş alanları açık bir hale gelinceye kadar iş ve yatırım sektörünü aktifleştirmek yoluyla fakirlik sorununu halledecek, nakdin biriktirilmesini, tüm türleriyle faiz akitlerini engelleyecektir ki böylece para insanlar arasında dolaşacak ve ekonomi daima büyüyecektir.

Binaenaleyh İslâm ile laik nizamdaki devlet başkanının yükümlülükleri arasındaki fark ortaya çıkar. İkisi de insanlar tarafından seçilmesine rağmen halkın egemenliğini uygulaması için laik nizamdaki devlet başkanını halk seçer. Yani halkın temsilcileri, kanunlar çıkarma yetkisi olan kimselerdir ve şer'î hükümlere muhalefet etse dahi devlet başkanına düşen bunları uygulamaktır. Zira egemenlik halka aittir ki o, laik demokratik nizamda otoritenin kaynağıdır.

İslâm'a gelince; hüküm Allah'a aittir ve kanun koyucu Allah olup ne halktır, ne de devlet başkanıdır. Dolayısıyla seçilmiş başkana düşen, kaynağı Kur'ân ve Sünnet olan İslâmî şeriatı benimsemekle Allah'ın hükümlerini infaz etmek, bunların infaz edilmesini emretmek ve insanların tüm maslahatlarını bunlarla gözetmektir. Devlet başkanı, şer'î hükümleri infaz etmede Ümmetin vekilidir. Zira egemenlik, şeriata, otorite ise Ümmete aittir.

Buna göre bir Müslümanın, devlet başkanının seçilmesine katılmadan önce durup düşünmesi ve kendisine şu soruyu sorması gerekir: Adaylar arasında itikat, fikir ve süluk olarak İslâm'a ve şer'î hükümlerin infaz edilmesine ve İslâmî olmayan kanunların tamamen ilga edilmesine bağlı kalacak birisi var mı? Eğer bu aday bulunur ve onda da şer'î şartlar gerçekleşirse oy kullanımına katılmak, bu adayı desteklemek ve onun propagandasını yapmak gerekir. Eğer şu anda şahit olduğumuz gibi böyle bir aday bulamazsa seçim sürecine katılmak haram olur. Çünkü bu, Allah'ın şeriatı dışında hükmedecek bir kimsenin seçilmesine ortak olmaktır.

Buna göre otorite sahipleri kendileri iken Endonezya'daki Müslümanların özellikle bu bağlamda bunu idrak etmelidirler. Aksi takdirde Allah'ın karşısında günahkâr olurlar. Dahası bu ülkelerini, sömürgeci nüfuzun altına terk etmekle birlikte fakirlik, inhitat ve gerileme uçurumuna sürüklemiş olurlar.

 

Muhammed İsmâ'îl Yusanto

حزب التحرير
Hizb-ut Tahrir
Resmî Sözcüsü
Endonezya

 

Devamını oku...

Fransa'da Peçenin Yasaklanması, Tüm İslâmî Tezahürlerin Yasaklanmasına Zemin Hazırlamaktadır

  • Kategori Britanya
  •   |  

Daha önce tavizler vermenin akıbetine, bir akîde, nizam ve süluk olarak İslâm'ı yok etmeyi hedefleyen Batılı ülkelerin kanunlarına boyun eğmenin tehlikesine karşı Müslümanları uyarmıştık. Nitekim başörtüsünün yasaklandığı günlerde demiştik ki bu kanuna karşı sesiz kalmak, beraberinde diğer kanunları getirecektir. Batı, İslâmî kimliği yok etme hususunda Müslümanlar olarak bizlere karşı aşamalı bir politika takip etmektedir.

İşte Fransa, peçeye karşı azgın bir kampanya yürütmekte ve daha önce başörtüyü yasakladığı gibi onu da yasaklamaya çalışmaktadır. Ancak bu kez peçenin yasaklanmasının tehlikesi, o zamanki başörtüsünün yasaklanmasından daha büyüktür. Çünkü başörtüsünün yasaklanmasının dile getirilmesi, devlet kurumları içerisindeki İslâmî tezahürlere ilişkindi. Bugün peçenin yasaklanmasının dile getirilmesi ise bu İslâmî görüntünün genel alanlardan, yani bir bütün olarak toplumdan yasaklanmasına ilişkindir. Bu da demektir ki Fransa, devlet kurumlarındaki İslâmî tezahürleri bitirip Müslümanların olumsuz tepkileri karşısında mutmain olduktan sonra bu kez toplumdaki İslâmî tezahürleri bitirmeye karar vermiştir.

 

Ey Batı Ülkelerindeki Müslümanlar!

Fransa, başörtüsünün Fransız toplumunun kabul etmediği radikal tezahürlerden bir tezahür olduğu gerekçesiyle onu yasaklamayı başardığına göre bunun manası, diğer tezahürleri de yasaklayacak demektir. Zira başörtüsünü tamamen yasaklayacak, sakalı yasaklayacak, ardından bayramları, ezanları, mescitleri ve İslâm ile ilişkisi olan diğer tezahürleri yasaklayacaktır.

Fransa, bu politikasında başarılı olduğuna göre bunun manası, tüm Avrupa, onun çizgisini takip edecek ve onun politikasını uygulayacak demektir.

Bu da olduğunda diyecekleri ki: Batıdaki Müslümanlara düşen barış yapmaktır.

 

Ey Batıdaki Müslümanlar!

Yöneticileriniz ve saltanat âlimleri, Fransa'nın ve zalimane kanunları karşısında durmaktan daha ödlektirler. Bunun içindir ki meselenize yardım etmek için bizzat sizlere çağrıda bulunuyoruz: Bu zulmü kabullenmeyiniz, fert ve cemaat olarak her türlü meşru üslup ve araçlar çerçevesinde bu kanunları reddetmek ve dininiz savunmak için harekete geçiniz. İyi biliniz ki Allah, sizlerle beraberdir, asla amellerinizi zayi etmeyecektir ve iman edenleri savunacaktır. Allahu Te'alâ, şöyle buyurmuştur:

وَلَيَنصُرَنَّ اللَّهُ مَن يَنصُرُهُ إِنَّ اللَّهَ لَقَوِيٌّ عَزِيزٌ Muhakkak ki Allah, kendisine (dînine) nusret edene, nusret verecektir. Şüphesiz Allah Kaviyy'dir, ‘Azîz'dir. [el-Hacc 40]

Devamını oku...

Milletvekillerinin Harcamaları Skandalı Hakkında Müslüman Nesle Hizb-ut Tahrir / İngiltere'den Bir Açıklama İslâmî Ümmet'in İleriye Giden Yolu, İslâmî Siyasettir

  • Kategori Britanya
  •   |  

Milletvekilleri harcamaları skandalı, demokrasinin bozukluğunu ifşa etmektedir.

İngiliz milletvekillerine ilişkin olaylar silsilesi, sistemle oynama keyfiyetleri ve kamu mallarını istismar etmeleri, kapitalist demokratik sistem altındaki nizamın bozukluğunu ifşa etmiştir. Zira milletvekilleri, kendilerinden önceki büyük banka memurları gibi insanlara hizmet etmek yerine kendi şahsî çıkarlarına hizmet etmek için çalıştılar. Bu olaylar bizlere, bu bozuk siyasî sisteme karışmanın Batıda ikamet eden neslimiz için sahih bir yön olmadığını hatırlatmalıdır. Dolayısıyla Müslüman bir nesil olarak Batılı toplumla kaynaşmamız, onun içerisinde İslâmî daveti taşıma hedefiyle olmalıdır.

Siyasî sisteme olan güven bunalımı, münferit bir sorun değildir. Zira o, Batının taşıdığı ideolojiye olan güvenin sarsılmasıyla katışık bir sorundur ki bu, kapitalizmdir. Zira ekonomik kriz, mâli sistemin çökmesi, parçalanmış İngiliz toplumunun yanı sıra geniş çaplı toplumsal bozulma, terörizme karşı savaşın bir parçası olarak insan hakları hususunda işlenmiş ihlallerden her biri, bu ideolojik yok oluşun birer yansıması sayılır. Zira bunların hepsi, kibirlilik, tamahkârlık, ferdiyetçilik ve maddiyatçılık gibi kapitalizm değerleriyle ilişkilidir.

O halde Müslüman neslin yapması gereken şey nedir?

Birincisi: Körü körüne bu başarısız modele uymak yerine onun arkasındakilere bakmalıyız. Zira saf insanlar, daha önce ve şu anda ondaki bazı çıkarları gördüklerine göre artık onun temelde bozuk olmasının yanı sıra içerisinde çalışan herkesi de bozduğunu fark etmelidirler. O halde bu siyasî siteme ortak olmaya çağırmayı terk etmeliyiz.

İkincisi: Bu duruma bakmalı ve Allahu [Subhânehu ve Te'alâ]'nın siyasî hayatta bizlere farz ve haram kıldığı şeyleri tefekkür etmeliyiz. İster milliyetçi, ister sosyalist, ister liberal, ister işçi veya muhafazakâr partiler olsun laik siyasî partilere katılmak veya desteklemek, İslâm'da haram bir amel olduğu gibi Allahu [Subhânehu ve Te'alâ]'nın şeriatı çerçevesi dışında olan kanun çıkarma mekanizmalarını desteklemek de haramdır. Bu da beşerî yasamanın hepsine, özellikle de malı; doğru ve yanlışı, hukuku ve hukuksuzluğu belirlemenin mikyası edinen kapitalizm sistemine ilişkindir.

إِنِ الْحُكْمُ إِلاَّ لِلّهِ "Muhakkak ki hüküm ancak Allah'a aittir." [Yûsuf 40]

وَمَن لَّمْ يَحْكُم بِمَا أَنزَلَ اللّهُ فَأُوْلَـئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ "Her kim Allah'ın indirdikleri ile hükmetmezse (yönetmezse), işte onlar fâsıkların ta kendileridir." [el-Mâ'ide 47]

Bu da İslâmî âlemde köklü değişimi hedefleyen çağrıyı desteklememiz gerekir demektir. Zira ülkelerimizdeki yöneticiler, onlarca sene bu Batılı politikacıları taklit ettiler. Bu yöneticilerden fesadın, istismarın ve hıyanetin dışında bir şey gördük mü? Rasulullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem], şöyle buyurmuştur:

لكل غادر لواء يوم القيامة يرفع له بقدر غدره، ألا ولا غادر أعظم غدرا من أمير عامة "Kıyâmet Günü her hain için hainliği miktarınca yükseltilecek bir bayrak olacaktır ki hıyanetçe kamu emirinden daha büyük hain yoktur."

Şu anda İslâmî âlemin ihtiyaç duyduğu şey, Muhammed [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in Sünnetine dayalı yeni bir siyaset ve yeni bir liderliktir ki o, Hilâfet Devleti'nin siyasetidir:

1 Kanunlar, İslâmî şeriattan beslenecek ve böylece yöneticilerin kanunlarla oynaması imkânsızlaştıracaktır.

2. Otorite, Ümmet'in elinde olacak ve yöneticisini o seçecektir.

3. Muhasebeyi belirleyecek mekanizmalar olacaktır.

4. İktisadî yada siyasî açıdan olsun siyaset, Batıda olduğu gibi insanları istismar etmek için değil de onların işlerini gözetmek yoluyla Allahu [Subhânhu ve Te'alâ]'ya ibadet olarak itibar edilecektir.

Bunun yanı sıra Batıda bizlere düşen bu başarısız sisteme basitçe tabi olmak yerine nesillerimizi inşa etmenin yollarını oluşturmalı, bu politikacılara ve bu bozuk partilere oy vermekten ve onlara karışmaktan imtina ederek onlardan uzak bir şekilde toplum ile kaynaşmalıyız. Onlardan ve önerilerinden bağımsız muvahhit bir nesil, daha fazla güvenirlik ve yararlılık sayesinde her toplumla kaynaşmaya, kendi fikrilerini ve görüşlerini ortaya atmaya muktedir olacaktır.

Ayrıca nesillerimizin ferdiyetçiliğin, enâniyetçiliğin ve kibirliliğin propagandasını yapan kapitalist değerlerle etkilenmesini engellemeye çalışmalıyız. Bunun yerine İslâm davetini taşımak, Allahu [Subhânehu ve Te'alâ]'ya takvanın, güzel ahlakın, güçlü aile ve neslin de dâhil olduğu İslâm'ın değerlerini toplumun geneli ile birlikte kendi aramızda yaymak için ciddiyetle çalışmalıyız. Şu anda dünya, kapitalizmin ekonomik, siyasî ve içtimaî nizamlarının trajedilerinden dolayı bir alternatife geçmişe oranla şu an daha çok susamış durumdadır. O halde Müslüman nesle düşen, onlara bu alternatifi sunmak ve onları buna davet etmektir.

ادْعُ إِلِى سَبِيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُم بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ "Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğüt ile dâvet et ve onlarla en güzel bir şekilde tartış!" [en-Nahl 125]

Devamını oku...

-Basın Açıklaması- Bu Gidişle Sağımız-Solumuz, Altımız-Üstümüz, Önümüz-Arkamız Kâfir Projelerinin Boru Hatlarıyla Dolup Taşacak!

06.08.2009 tarihinde Rusya Federasyonu Başbakanı Vladimir Putin, Türkiye'ye bir ziyaret gerçekleştirdi. Türkiye ve Rusya arasında enerji konulu 12'si hükümetler arası 20 ayrı belge imzalandı; Başbakan Recep Erdoğan ile Rusya Federasyonu Başbakanı Çeçen kasabı Vladimir Putin; "Gaz Alanında İşbirliği" ve "Petrol Alanında İşbirliği" protokollerine imza koydu. Malumdur ki bu görüşmede imzalanan en önemli madde, Amerika liderliğinde Avrupa Devletleri'nin, 13 Temmuz 2009'da Ankara'da imzalanan ve davet edildiği halde Rusya'nın katılmadığı Nabucco Projesine karşı Rusya'nın, alternatif olarak gerçekleştirmeye çalıştığı Güney Akım Projesi'dir.

Bu imzayla Türkiye, Rusya'ya Güney Akım boru hattının Karadeniz bölgesinden geçmesi için gerekli araştırma çalışmalarının yapılması iznini vermiş oldu ve Başbakan Erdoğan bu bağlamda şöyle dedi: "Rusya güçlü bir tedarikçi, Türkiye transit bir ülke ve tüketici; aynı zamanda bu imzayla tüketimde lojistik merkez olma özelliğini kazanmaktadır."

Bakü-Tiflis-Ceyhan Boru Hattı, Nabucco ve Güney Akım Projesi derken ülkemiz, kâfirlerin cirit attığı, ellerini kollarını sallayarak gezdikleri, gözlerimizin içine baka baka başka bir Müslüman beldenin servetlerini yok bahasına alarak, üç beş kuruş kira bedeli vererek yine bir Müslüman beldesi olan bizim beldemizi bir "taşıyıcı bant" olarak kullandığı âdete sömürgeci kâfirlerin projelerinin mesken tutuğu bir bölge haline geldi.

Ey Müslüman Türkiye Halkı!

Orta Doğu ve Hazar Havzası'nda bulunan ispatlanmış %72 oranındaki doğalgaz rezervlerini Allahu Subhânehu ve Te'alâ'nın râzı olduğu yere koyarak İslâm ile Müslümanların menfaatlerinin olduğu yerlere yönlendirecek olan İslâm akidesine dayalı Hilâfet'i ikame edip dünyanın süper devleti haline gelmemiz için çalışan Müslümanların, özellikle Hizb-ut Tahrir şebabının üzerine zalim güvenlik güçlerini vahşice saldırtan bu laik Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti; bizim ülkemizi, üç beş kuruşluk kira bedeli karşılığında kafir devletlerin çıkarları uğruna yol geçen hanı haline gelmesine izin vermekten dolayı hoşnutluğunu dile getirerek Müslümanlara saldırttığı 2000 polisini, Müslüman celladı eli kanlı Putin'i korumaları için görevlendirmiş ve Putinle tokalaşarak boy boy resimler çektirmiştir.

O halde Müslümanların maslahatlarını gerçekleştirmek yerine kâfir devletlerin çıkarları için çalışan, onlara boyun büken, izzeti ve şerefi onların yanında arayan bu hain yöneticileri artık kaldırıp atınız ve sizlerin izzeti, şerefi ve onurunu iade etmek için çalışan Hizb-ut Tahrir'e destek vermek için acele ediniz. Zira Allahu Subhânehu ve Te'alâ şöyle buyurmuştur:

الَّذِينَ يَتَّخِذُونَ الْكَافِرِينَ أَوْلِيَاء مِن دُونِ الْمُؤْمِنِينَ أَيَبْتَغُونَ عِندَهُمُ الْعِزَّةَ فَإِنَّ العِزَّةَ لِلّهِ جَمِيعًا Mü'minleri bırakıp da Kâfirleri dost edinenler, onların yanında izzet mi arıyorlar? Muhakkak ki izzetin tamamı Allah'a aittir. [en-îsa 139]


حزب التحرير

Hizb-ut Tahrir
Resmî Sözcü Yardımcısı
Türkiye Vilâyeti

Devamını oku...

Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Tarafına, es-Selâmu Aleykum ve Rahmetullahi ve Berakâtuh,

  • Kategori Lübnan
  •   |  

Lübnan'ı ziyaret ettiğiniz haberini öğrendik. Bizler, hükümetinizin bir haftadan beri ortaya attığı cürüm ve iftira haberleri ile şu ana kadar yüz kişiyi aşan Türkiye'de Hilâfet için çalışan Hizb-ut Tahrir şebâbına karşı başlattığı zalimane tutuklama kampanyasını takip ediyoruz. Bu iftiranın Allah'a, dinine ve sâlih kullarına düşmanlıkla dopdolu olduğu akil bir mü'minin gözünden kaçmaz. Bizler Hizb-ut Tahrir / Lübnan Vilâyeti olarak İslâmî sorumluluğumuz konumuyla bazı noktaları açıklama ve sizleri de bazı noktalara davet etme gereği duyuyoruz:

1. Hizb-ut Tahrir / Türkiye Vilâyeti'nin, İngiltere ile Arap ve Türk ajanları tarafından Hilâfetin yıkılışının elim yıldönümü münasebetiyle beyan dağıttığını görüp Hizb'in bu elim yıldönümünde "İstanbul'da" bir konferansa davet ettiğini öğrenince emniyet birimleriniz, Hizb'in şebâbına ve destekçilerine yönelik geniş çaplı bir tutuklama kampanyası başlattı. Böylece sizler, H. 1342 yılından, yani 88 seneden beri İslâm'ın ve Müslümanların devletini yıkan mücrimlerin sadık birer halefi olduğunuzu ortaya koydunuz. Dolayısıyla onların miraslarını yüklendiniz ve seleflerinizin yıkmayı başarmasından sonra Hilâfet Devleti'nin kurulmasını engellemek için çaba sarfettiniz. Ancak heyhat ki heyhat, beyaz ipliği siyah ipliğinden her an belli olmak üzere olan İkinci Râşidî Hilâfet fecrinin doğuşunu engelleyesiniz!

2. Ülkenin enince ve boyunca Hilâfeti kurmak için çalışan yüzlerce şebâbı kapsayan bu kampanyanızla, Hilâfetin kurulmasına davetin İslâmî âlem boyunca Müslümanların nefislerine kök saldığı gibi artık Türkiye halkının nefislerine de kök saldığını ortaya koydunuz. Dolayısıyla Allah'ın inzal ettikleriyle hükmedecek Müslümanların birleştirici devleti Hilâfet Devleti'nin Hilâfet Devleti'ni kurarak İslâmî hayatın yeniden başlatılması projesine adavetinizle İslâm'ın ve Müslümanların saflarında yer aldınız.

3. Ardından bu cürümünüze bir cürüm daha eklediniz. Dikkat edin! O, bu muhlis ve muttakî kimseler Türkiye'yi kana bulayacak "terörist" eylemler planlıyorlar şeklindeki onlara yönelik iftiranızdır. Dolayısıyla sizler, büyük bir günah ve bir iftira işlediniz. Bunun da ötesinde Allah'tan ve kuldan utanmaz birer yalancı olduğunuzu ispat ettiniz. Çünkü sizler, fenalığı apaçık olan bir yalan ortaya attınız. Zira Hizb-ut Tahrir'in yarım asrı geçen tarihinin her türlü silahlı veya maddî eylemden beri olup silahlı ve maddî eylemlerden imtina etmesinin metodunun bir parçası olduğunu herkes bilmektedir. Zira bu, şer'î hükme mukayyet kalmaktır. Yoksa buradaki tâğuttan veya oradaki zalimden korkmak değildir. İşte Hizb'in "İstanbul'da" kararlaştırılan konferansın zamanıyla eşzamanlı olarak Doğuda Müslüman Âlimler Konferansı'nın yapıldığı Endonezya'dan başlayarak Lübnan'da dahil diğer İslâmî âlemde yaptığı bu konferanslar ve etkinlikler, yalanınızı ortaya koymuştur. Zira en ufak şiddet olayı yaşanmaksızın disiplinli ve sakin bir şekilde yapılmış ve tamamlanmıştır. O halde aklınıza hile, dahası bu konferansın kanlı terörist bir eylem münasebetiyle olduğuna dair iftiranızı ve yalanınızı getiren "İstanbul" Konferansı'nın önemi nedir?!

4. Ardından bu cürümünüze daha korkunç, daha iğrenç bir cürüm daha eklediniz. Zira kendisine büründüğünüz büyük günahınızdan -ki o, Yahudi Devleti'ni dost edinmeniz ve onunla barış propagandasına dönük bölge devletleri arasında simsarlık rolü oynamanızdır- kendilerini Müslümanların beldelerindeki İslâm egemenliği için çalışmaya adayan Hizb'in şebâbından muhlis ve muttaki kimselere attığınız iftiradır. Böylece yalanlar ördünüz ve onlardan sinema filmleri senaryolarına ve polisiye romanlarına benzer bir hikâye oluşturdunuz! Ancak bizler, falınızın boşa çıkacağını sizlere şimdiden söyleyelim. Zira Hizb'in dostu ve düşmanı olmak üzere herkes, Hizb'in arılığını, duruluğunu ve safiyetini bilirken sizlerin de Yahudi Devleti ile müttefiklik, onunla askerî işbirliği ve onun simsarlığını yapma bataklığını saplandığınızı da bilmektedir. Bu simsarlığın en yeni perdesi ise amacının barış sürecinin gidişatını ele almak olduğu açıklanan Lübnan'a yönelik bu ziyaretinizdir. Yani "İsrail Devleti'ni" tanımak ve Filistin'in genelini onun adıyla "takdis etmenin" yanı sıra İslâm'a, şeriatına ve devletine adavette dünyadaki tüm laikliği sollayan Kemalizm laikliği hatasına düşmenizdir.

Sizler ki Hizb-ut Tahrir şebâbına attığınız iftiracı yalan ithamdan dolayı kendinizi alçalttınız. Zira sizler, Türkiye'deki kamuoyuna karşı yaptıklarınızın baskısını hafifletmek için bu iftiradan daha büyük iftira bulamadınız. Bu da gösterse gösterse, Yahudilere yaklaşım cürümünün büyüklüğünü gösterir. Oysa yapılması gereken İslâm Devleti'ni kurmak, beldeleri Yahudilerin ve avenelerin pisliklerden kurtarmak için çalışanların elleri yerine Filistin'deki çocukların katiliyle tokalaşırken görüntüsü televizyon kanallarını dolduran, gece-gündüz müzakereler simsarlığı yoluyla Filistin'i Yahudilere vermek için çalışan ve Yahudilerle silah anlaşmaları yapmak yoluyla onları destekleyen kimsenin eline kelepçe vurmaktır.

Sizlere reddiye olarak Allahu Te'alâ'nın şu kavli yeterde artarda:

إِنَّ الَّذِينَ يُحَآدُّونَ ٱللَّهَ وَرَسُولَهُ أُوْلَـٰۤئِكَ فِى ٱلأَْذَلِّينَ كَتَبَ ٱللَّهُ لأََغْلِبَنَّ أَنَاْ وَرُسُلِىـ إِنَّ ٱللَّهَ قَوِىٌّ عَزِيزٌ "Allah'a ve Rasûlüne düşman olanlar, işte onlar en aşağıların arasındadırlar. Allah: Elbette ben ve elçilerim galip geleceğiz, diye yazmıştır. Şüphesiz Allah, Kavî ve Azizdir." [el-Mucadele 20-21]

Son olarak içerinizde İslâm ve iman kırıntısı olduğu varsayımına dayanarak sizlere ma'rufu ve münkerden nehyi emrediyor ve diyoruz ki: Şayet sizler, kendinizin İslâmî hayatı yeniden başlatma ve Allah'ın şeriatını ikame etme projesine yardım etme seviyesine çıkmayacağını düşünüyorsanız en azından kendinizi, kendilerini İslâmî davetin ve İslâm'ın karşısında durmaya adayan Ebu Cehl, Ebu Leheb, Ummiye İbn-u Halef ve Mustafa Kemal'in ortaya koyduğu arşive dâhil olmaktan geri durunuz. O halde Hilâfet Devleti'ni kurma fırsatını kaçırmadan ve saltanatınız yok olup gittiği halde Rabbinizin huzuruna çıkarılmadan önce bu kahramanları serbest bırakınız, onları takip etmekten ve onlara işkence etmekten vazgeçiniz ki o gün şöyle diyeceksiniz:

مَآ أَغْنَىٰ عَنِّى مَالِيَهْ هَلَكَ عَنِّى سُلْطَـٰنِيَهْ "Malım bana hiç fayda sağlamadı. Saltanatım da benden (koptu) yok olup gitti." [el-Hâkka 28-29]

Devamını oku...

Bir Sorunun Cevabı

Soru: Türkiye-Suriye sınırına mayın döşenmesi meselesinin hakikati nedir? Nasıl ve ne zaman tamamlanmıştır? Buna dair devletlerarası çatışma ilişkisinin boyutu nedir? Allah sizi hayırla mükâfatlandırsın!

Cevap:

1- Türkiye ile Suriye arasındaki sınır boyuna mayın döşenmesi kararı, 1956 yılında yayınlandı. Bu kararın uygulanması, Hilâfet'in yıkılmasından sonra, muhtelif senelerdeki sömürgeci anlaşmalar çerçevesinde çizildiği üzere iki ülke arasındaki aslen 877 km olan kara sınır boyunun 513 km uzunluğu ve 350 metre genişliği üzerinde 1957 ila 1959 yılları arasında başladı. Bu arazinin alanı 216 km2 olarak tahmin edilmektedir ki bunun 186 km2'sinin mülkiyeti devlet hazinesine ve geriye kalan kısmının mülkiyeti ise, Devlet Demir Yolları, diğer kurumlar ve vatandaşlara aittir. Bu zikredilen bölgeye "615.145" mayın döşenmiştir. Bunun yanı sıra Irak-Türkiye sınırının 42 km boyuna "75.115" adet mayın döşendiği gibi Türkiye-İran sınırının 109 km uzunluğuna "191.428" ve Türkiye-Ermenistan sınırının 17 km uzunluğuna "21.984" mayın döşenmiştir. Ayrıca Türkiye-Bulgaristan ve Türkiye-Yunanistan sınırına da mayınlar döşenmiş, ancak bu ülkelerin NATO üyesi olmalarından dolayı daha önce bunlar temizlenmiştir.

2- Bu mayınların Türkiye tarafından yoğun bir şekilde Suriye ile olan sınır üzerine döşenmesinin sebepleri, bölgedeki Anglo-Amerikan çatışması atmosferi ve bunun Türkiye'ye ulaşması tehdididir. Zira Suriye'deki darbeler birbirini takip etmiş, 1949 yılından beri iktidar İngiliz ve Amerikan ajanları arasında el değiştirip durmuş ve bu durum, geçen asrın ellili yıllarında iyice alevlenmiştir. Özellikle Amerika'nın ellili yıllarda Türkiye'ye nüfuz etmede kararlı olduğu sıradaki bu endişe verici durum, Türkiye'ye etki etmiş ve İngiltere ile Türkiye'deki ajanları, özellikle "Ordu'", Amerika'nın Suriye'deki bu endişe verici durumu istismar ederek "bu enfeksiyonu" Türkiye'ye bulaştırmasından korkmuşlardır. Nitekim Amerika'nın Türkiye yönündeki etkin hareketi açıktır. Zira bu sırada bölgedeki Amerikan ajanlarının elebaşı olan Abdünnâsır'ın yıldızı parlamış, Türkiye ile İngiliz ajanlarına saldırmaya başlamış ve İngiltere ile baş kurucu üyesi olan Türkiye'nin oluşturduğu Bağdat Paktı'na musallat olmuştur. Bölgedeki Bağdat Paktı'nın manevi babası olan Cumhurbaşkanı Celal Bayar liderliğinde Türkiye, bölgedeki İngiltere'nin güçlü üssü olan Hüseyinli Ürdün'ü ve İngiliz ajanı olan Camille Chamoun liderliğindeki Lübnan'ı pakta dâhil etmeye çalışmaktaydı. Her ne kadar Türkiye Başbakanı Adnan Menderes, Amerikan uşaklarından olsa da işlerin dizginini elinde bulunduran ve Türkiye'de ülkenin fiili hâkimi olan, İngilizlerle çok sıkı bağlantısı olup onlarla sarmaş dolaş olan orduydu. İşte tüm bunlar, 1956 yılında Mısır'daki Amerikan ajanlarına karşı açtığı üçlü saldırılarda İngiliz hezimetine yol açmış ve daha sonra da İngilizlerin Süveyş'ten kovulması ve Mısır'da hiçbir üssünün kalmaması bunun sonuçlarından biri olmuştur. Aynı şekilde sömürgeleri olan Irak da Amerikalıların eline düşme tehdidi ile karşı karşıya olmasının yanı sıra Arap milliyetçiliğini savunanlar, Ege Denizi'ndeki 12 adanın Türkiye'ye verilmesi karşılığında Suriye'yi sömürmekte olan Fransa ile İngiltere arasındaki anlaşma yoluyla 1939'da Türkiye'ye ilhak edilmiş olan İskenderun Sancağı'nın geri alınması talebini tahrik ediyorlardı.

Tüm bunlardan dolayı İngiltere ile ordu, Suriye tarafından gelmekte olan tehlikeye karşı Türkiye'yi korumanın en iyi çözümünün, sınıra mayın döşemek olduğunu gördüler ve İngiltere ile ordu, Türkiye ile Suriye arasına, mayınlardan bir engel koymanın gerekçelerini oluşturmak için güçlü bir şekilde çalışmaya başladılar. Bu nedenle Celal Bayar, Türkiye'deki rejimi tahrip etmek için Suriye'den gelmekte olan komünistlerin üzerine odaklandı ve insanları yanıltmaya devam etmek üzere bu hususta Sovyetler Birliği'nin Suriye'ye yakınlaşma girişimlerine işaret etti. Oysa Sovyet nüfuzu Suriye'den çok uzaktı. Aynı şekilde Suriye'deki kaygı verici konuları ön plana çıkarıyor ve ekseriyetle arkasında Abdunnâsır'ın olduğu İskenderun Sancağı yönünde Suriye'deki gerilimli atmosfere yoğunlaşıyordu.

Hakeza ordu, mayın döşemek için gerekçeler bulmuş ve en büyük mayın bölgesi İskenderun Sancağı olmuştur. Bilindiği üzere Türkiye'nin Suriye tarafından korkusu, bu Sancağın Türkiye'ye ilhak edilmesinden bu yana gelen kadim bir korkudur. Zira İsmet İnönü, Mustafa Kemal'in ölümünün ardından 1939 yılında Türkiye Cumhurbaşkanlığını teslim almasının üzerine o yıldaki bir konuşmasında; "Kaynağı Suriye ve irtica olmak üzere Cumhuriyete yönelik iki tehlikenin olduğunu söylemiş ve irtica ile de fıtrat dinini, yani İslâm'ı kast etmiştir." Nitekim bu konuşma, Türk dış politikasının çizgilerini belirlemesi bakımından tarihi meşhur bir konuşma olarak addedilir. Türkiye dış politikasının, 1939 yılında imzalanan Türkiye-İngiliz dostluğu anlaşması temeli üzerine bina edildiğini ifade etmiştir. Nitekim bu konuşma, Amerikan ajanları olan Esat ailesi ile kuyruklarının düşürülmesi için "İsrail" ve Ürdün'le bir anlaşma yaparak Türkiye'nin kuvvetlerini Suriye sınırına yığdığı ve ona saldırmak üzere olduğu 1998 yılında etkisini göstermiştir.

3- Bu mayınlar, uzun bir müddet baki kalmış ve bu mayınların döşeli kaldığı on yıllar boyunca asker ve sivil olmak üzere pek çok Türk ölmüş ve yaralanmıştır. Nitekim resmî istatistiklerin verilerine göre, 1993 ila 2003 yılları arasındaki on yıl içerisinde, ölen pek çok inek ve diğer hayvanlar hariç 299 asker ile 289 sivil ölmüş ve 1527 asker ile 739 sivil yaralanmıştır. Bundan dolayı halk arasındaki şikâyetler yükselmiş, zararı faydasından büyük olan, dahası işe yaramaz olan bu mayınların temizlenmesi için talepler giderek artmaya başlamıştır. Bunların yanı sıra iki halk arasındaki kardeşlik bağları ve insanlar arasındaki sıla-i rahim ile akrabalık bağlarını kesmiştir. Zira özellikle İskenderun Sancağı ve civarı olmak üzere sınırın iki yakasındaki insanlar, aralarında yaygın olan evlilik gibi akrabalık ve sıla-i rahim bağlarıyla birbirlerine bağlı oldukları gibi bu mayınlar, onların birbirleriyle olan ticaretlerini de engellemiştir. Bu da kaçakçılığı önleme gerekçesiyle fırkacılığı ve parçalanmışlığı pekiştirmek içindir.

Ancak Kürt milliyetçiliği naraları bayrağını açan Kürdistan İşçi Partisi'nin (PKK) ortaya çıkması ve Suriye'den hareket ederek sınır yoluyla Türkiye'ye karşı saldırılara başlaması, mayınların temizlenmesini dillendiren bu çağrıları, Kürdistan İşçi Partisi'nin tehlikesi gerekçesinden ötürü faydasız hale getirmiştir. Oysa bu mayınlar, ne ayrılıkçı parti unsurlarının sızmasını engellemiş, ne de saldırılarını durdurmuştur. Dahası onun unsurları, Türkiye içerisinde bulunmakta ve eğitilmektedir.

4- Türkiye-Suriye sınırı boyunca döşenmiş mayınların temizlenmesi mevzusunu ilk gündeme getiren, dahası temizlenmesine ilk azmeden kişi, 1983 yılında Türkiye Başbakanlığını üstlenen ve Amerika'nın dostu olan Turgut Özal'dır. Ancak ordu, onun hedefini gerçekleştirmesini engellemiştir. İlk hükümeti döneminde Başbakan Özal'ın Müsteşarı, ikinci Özal hükümetinde ise Devlet Bakanı ve Hükümet Resmî Sözcüsü olarak çalışan Hasan Celal Güzel, 26.05.2009 tarihli "TimeTürk" sitesine bu konu hakkında bir makale yazmış ve şöyle demiştir: "Seksenlerden bu yana sahanın mayından temizlenmesi ve tarım üretimine kazandırılması için çeşitli teşebbüslerde bulunulmuştur. Merhum Özal'ın Hükümeti döneminde bu proje üzerinde çalışmayı bizzat üstlenmiştim. Ancak, bu konuda TSK'nın teknik şartlarının uygun olmaması ve meselenin hallinin de TSK dışında düşünülmemesi, buna ilişkin çalışmayı durdurmuş ve mayın temizleme maceramızı bu güne kadar uzatmıştır." Ve şöyle eklemiştir: "Bu durum, o zamanki yanlış güvenlik politikaları neticesinde ortaya çıkmıştır." Ve şöyle eklemiştir: "Mayın temizlemeye ilişkin bu görevi 1992'deki (Özal dönemindeki) Bakanlar Kurulu Kararı'yla Türk Silâhlı Kuvvetleri üstlenmiş; yapılan ön çalışmalar 2003'e kadar devam etmiştir." Dolayısıyla eski Bakan'ın bu sözü, mayın döşenmesinin ardında Menderese rağmen ordunun, doğal olarak da ordunun arkasındaki İngilizlerin olduğunu teyit etmektedir.

5- 1 Mart 1999'da, bütün dünyada büyüyen kara mayınları sorununa karşı; anti-personel mayınlarının kullanılması, depolanması, üretimi ve transferinin yasaklanması ve imhasına dair, Kanada'nın Ottowa şehrinde, 146 ülke arasında imzalanan bir sözleşme yapılmıştır ki bu sözleşmenin metni şöyledir: "...Taraf devletlerden her biri, yetkisi ya da denetimi altında olan mayınlı alanlardaki bütün anti-personel mayınları bu sözleşmenin söz konusu Taraf Devlet için yürürlüğe girmesinden sonra on yıldan daha geç olmamak şartıyla mümkün olan en kısa zamanda imha etmek ya da imha edilmesini sağlamakla yükümlüdür."

12 Mart 2003 tarihinde; Ottowa Sözleşmesine ilişkin yasa Türkiye Parlamentosu'nda kabul edildi ve 1 Mart 2004'de yürürlüğe konuldu.

Türkiye Hükümeti, 01.03.2008'de, 01.03.2014 tarihine kadarki dönem içerisinde mayınların temizlenmesi sözünü verdi. Bu da yapılan sözleşmeye göre sözleşmenin uygulanmaya koyulmasından 10 yıl sonrasıdır.

6- Erdoğan bu sözleşmeyi istismar etti ve mayın temizleme yasası hazırlatarak ardından bunu parlamentoya sundu. Nitekim parlamentodaki birçok oturumlarda, iktidar partisinin sunduğu yasa tasarısı üzerinde bazı değişiklikler yapılmasıyla birlikte çoğunlukla onaylanıncaya kadar iki hafta boyunca devam eden keskin tartışmalar ve gerilimler baş gösterdi. Türkiye Parlamentosu, 04.06.2009'da, Türkiye-Suriye arasındaki döşeli mayınları temizleme yasasını, 91 muhalif üyeye karşılık 255 üyenin muvafakatiyle onayladı, çekimser ve katılmayan üye sayısı 204 oldu ve karar, 17.06.2009 tarihli resmî gazetede yayınlanmasıyla yürürlüğe girmiş oldu. Ayrıca Türkiye Savunma Bakanlığı Genel Sekreteri, 30.06.2009 tarihinde bu mayınların temizlenmesine ilişkin bir beyanda bulunarak şöyle dedi; "Mayınların temizlenmesi hususundaki çalışmayı Millî Savunma Bakanlığı yüklenecek, bunu dört aşamada tatbik edecek ve "Kuzey Atlantik Anlaşmasına Bağlı Bakım ve Tedarik Ajansı" olan (NAMSA) yoluyla gerçekleştirecektir." Yasaya göre öncelik Genel Kurmay Başkanlığına verilmekte, ardından da bununla ilgili çalışmanın keyfiyetinin açıklanması için Savunma, Maliye ve Dışişleri Bakanlıklarına verilmektedir. Bu kurumların muvafakatiyle, mayınları bölgeden temizleyecek olan şirkete, bu bölgeyi 44 yıllığına kiralama hakkı verilecektir.

Kamuoyu ve medyaya mayın temizleme projesinin "İsrailli" bir şirkete verileceği duyumları ulaştı. Özellikle Yahudi varlığı "İsrail'in" Ankara'daki büyükelçisi "Gaby Levy'nin" bu hararetli tartışmanın yaşandığı bir dönemde Şanlıurfa'ya giderek şöyle bir açıklama yapması: "Her Yahudi için atalarımızın dedelerimizin geldiği bu topraklara gelmek çok önemli" [Kaynak: 26.05.2009 / Hürriyet Gazetesi] Ardından da Parlamentonun, ilgili yasa projesini görüştüğü bir sırada Türkiye Parlamentosuna gerçekleştirdiği ziyareti, Yahudi varlığı "İsrail'in" bu işlerin arkasında olduğu intibaını vermiştir.

Dolaysıyla Muhalefet Partileri, bunu istismar etmişler ve Hükümeti, Türkiye topraklarını Gazze'yi yerle bir eden "İsrail'e" satmakla suçlamışlardır. Ancak muhalefetin suçlamalarına karşı, Erdoğan'ın bu suçlamaları teyit eden yanıtı hükümeti sıkıntıya sokmuştur. Zira Hükümetin bu arazileri karşılıksız olarak "İsrail'e", yani Yahudilere vereceğine dair muhalefetin suçlamalarını reddeden AK Parti Düzce İl Kongresinde yaptığı konuşmasında cevap vermiş ve şöyle demişti: "Şimdi ülkemizde küresel sermaye yatırım yapmak istiyor, bakıyorsunuz birileri çıkıyor o Yahudi sermayesidir, olmaz. Yahu arkadaş gelip benim ülkemde yatırım yapacak. 500 milyon dolarlık, 1 milyar dolarlık yatırım yapacak. Yahu işsizlik diyorsun, işte buyur bak adam yatırım yapacak. Yatırım yapınca burada kim çalışacak? Burada İzak çalışmayacak, Hasan çalışacak, Ahmet, Mehmet çalışacak. İşte buyur bak işsizliği aşıyoruz, sen bunu istemez misin? O dinden veya bu dinden diye yabancı şirketleri ret mi edelim! Paranın dini ve milliyeti olmaz!" [Kaynak: 24.05.2009 / Radikal Gazetesi]

Hakeza Erdoğan, halkını kandırmaktadır ki o, bugün Allah'ın İslâm ile kerim kıldığı, onu taşımakla ve yüzyıllarca kendi yolunda cihat etmekle şereflendirdiği bir halkı böylesi bir zamanda onun düşmanı olsa bile onları bir şirkette çalıştıracak ve bu halkın, dünyanın dört bir köşesinde birer işçi ve hizmetçi olarak kalmasını istemektedir.

Ardından Erdoğan, muhalefete karşı reddiyesine şu sözlerini ekledi: "Bizden önceki Milliyetçi Hareket Partisi (Devlet Bahçeli'nin Partisi), Demokratik Sol Parti (Ecevit'in Partisi), ve Anavatan Partisi (Yılmaz'ın Partisi)'nin de dâhil olduğu üçlü hükümette "İsrail" ile birçok anlaşmalar imzalamışlardır. Sanki hiçbir anlaşma yapmamış gibi baka baka halkı aldatmayın." (07.06.2009 / Türkiye Radikal Gazetesi ) Sanki o, Filistin'i gasp eden Yahudi varlığına sevgide herkes eşittir demek istemektedir!!

7. Kayda değerdir ki Hâlife AbdulHamîd'in Filistin topraklarına yönelik Yahudilere karşı söyledilerinin aynısı sanki Türkiye topraklarında gerçekleşmektedir. Zira Filistin meselesinin devletlerarası bir sorun olduğu yüzyılda Yahudilerin siyasî liderleri Filistin'de kendilerine tutunacak bir yer edinmek için kâfir devletlerle özellikle de İngiltere ile dayanışma çabası içerisinde idiler. Bu amaçla Osmanlı Hilâfet Devleti'nin içerisinde bulunduğu malî krizden faydalanmaya çalıştılar. O dönemdeki Yahudi liderlerinden Hertzl, aynı amaçla devlet hazinesine ödenmek üzere büyük miktarda para teklifinde bulundu. Fakat Halîfe AbdulHamîd Hân onun bu teklifini reddetti. Halîfe'nin Hertzl'in önerisine cevaben iletilmek üzere Sadrazam'a söylediği meşhur sözü şöyle idi: "Doktor Hertzl'e bu konuda ciddi adımlar atmasını nasihat ederiz. Zira ben Filistin toprağının tek bir karışından dahi vazgeçemem!... Orası benim şahsi mülküm değildir. Bilakis İslâm Ümmetinin mülküdür. Halkım bu topraklar uğrunda Cihat etti ve orayı kanlarıyla suladı... Yahudilerin milyonları kendilerine kalsın!... Eğer bir gün Hilâfet Devleti parçalanacak olursa işte o gün, onlar Filistin'i bedelsiz alabilirler. Ancak ben hayatta olduğum müddetçe hayır..." Gerçekten siyasî dehaya sahip olan AbdulHamîd'in [Allah Subhânehu ve Te'alâ ona rahmet etsin], Filistin konusunda söyledikleri haklı çıkmış ve Filistin Yahudilere bedelsiz verilmiştir! Şimdi Filistin'de olanların küçük bir resmi Türkiye'de tekrarlanmaktadır. Zira onlar, Suriye sınırındaki toprakların mayınlardan temizlenmesi gerekçesiyle 44 yıllığına Yahudilere verilmesini ve İslâm Ümmetinin kalbine yeni bir hançerin saplanmasını istemektedirler.

8- Bunlar, Hükümetin tutumu hakkındadır. Cumhuriyet Halk Partisini (CHP) temsil eden Ana Muhalefetin tutumuna gelince; bizler biliyoruz ki Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) iktidarda olsa idi Yahudilerin çıkarlarını gerçekleştirmede hiç tereddüt etmezdi. Çünkü o, Hilâfeti yıkan ve iliğine kadar Yahudilerle birlikte olan Mustafa Kemal'in soyundandır. Tüm bunların ardından Cumhuriyet Partisi'nin, Erdoğan'ın bu arazilerin kullanım hakkını bir Yahudi şirketine verilmesini istemesine olan kızgınlığını tasavvur etmek mümkündür.?! Ancak Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), mayınlardan temizlenmesi karşılığında arazilerin 44 yıllığına (İsrailli) bir Yahudi şirketine kiralanması meselesinde Hükümetin niyetini istismar etmiştir. Ardından da iyi niyetinden ve samimiyetinden ziyade Adalet ve Kalkınma Partisi'ni (AKP) yıpratma hususunda belirginleşen politik çıkarlarını ve hedeflerini gerçekleştirmek için bununla kamuoyunu meşgul etmiştir. Bunun içindir ki Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), Güney Doğu Anadolu Bölgesi'ni ziyaret etmiş ve orada popülerlik elde etmek için konuyu, bu bölgedeki kamuoyuna yoğun bir şekilde arzetmiştir. Kaldı ki Cumhuriyet Halk Partisi, Müslüman Türkiye halkının Filistin'deki Müslümanların kasabı İsrail'e yani (Yahudi) varlığına karşı aşırı tepkisi olduğunu çok iyi bilmektedir! İşte öfkeli Müslümanların bu duygularını istismar ederek AK Partiyi yıpratma girişiminde bulunmuş ve bunda da ciddi bir başarı elde etmiştir. Zira Cumhuriyet Halk Partisi'nin (CHP) bu tepkisi ve eylemleri, bizzat Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) bazı yandaş gazeteleri tarafından övülecek derecede Müslümanlar tarafından şaşkınlıkla karşılanmıştır!

Muhalefetin, bu arazileri işletmesi için bir İsrailli şirkete verilmesi hususunda Hükümetin isteksiz olmadığı haberlerinin sızmasına dayanarak Erdoğan'a, yani Adalet ve Kalkınma Partisi'ne karşı çıkması, yani Müslümanların duygularını istismar etmesinin sebebi işte budur. Bu da Türkiye'deki Müslümanların, Filistin'i gaspeden Yahudi varlığına karşı büyük düşmanlık beslemesi hususundaki tutumu sebebiyledir. İşte sebep budur. Yoksa Cumhuriyet Halk Partisi de Yahudi'nin çıkarlarının gerçekleştirme hususunda Adalet ve Kalkınma Partisi ile rekabet etmektedir. Şayet partisel bir rekabet olmasaydı, hiçbir muhalefet ortaya çıkmazdı.

9- Müslümanların beldelerinin arasına mayınlar döşemekle bir hata işlemiş olan devlete düşen, mayınların temizlenmesi karşılığında bu toprakların yabancı bir şirkete özellikle de 44 yıllığına işletmesi amacıyla İsrailli bir şirkete vererek tekrar başka bir hata işlememesidir. İslâm'ın zorunlu kıldığı sahih çözüm ise, devletin ve kurumlarının, özellikle ordunun, mayınları temizlemesi ve oradan mayınlar temizlendikten sonra büyük bir kısmı kamu ve devlet mülkiyeti olan, küçük bir kısmı da özel mülkiyet olan arazilerin kullanım hakkının sahiplerine iade edilmesidir.

Bu topraklardan mayınların temizlenmesi ve imar edilmesi için ne kadar para harcanırsa harcansın bu topraklar, harcanan tüm paraları, daha fazlasını karşılayacak derecede büyük bir gelir getirecek, tarımsal ve içerisinde bulunan petrol ile madenler sonucunda endüstriyel bir kalkınma oluşturacaktır.

Bu toprakların 50 yıldan beridir terk edilmiş bir arazi olması burasını, son yıllarda çok kazançlı olan organik tarım için elverişli kılmaktadır. Özellikle de 216 km2 den 186 km2 gibi %80'e ulaşan alanının mülkiyetinin devlet hazinesine, geriye kalanlarının ise, Devlet Demir Yollarına, diğer kurumlara ve vatandaşlara aittir ki bu tarıma elverişlidir.

 

Ayrıca Bölgede, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı'nın (TPAO) açtığı kuyuların 10'undan günde iki bin varil petrol üretilmeye başlanmış ve aynı bölgenin karşısında, yani Suriye tarafında ise 560 civarındaki kuyudan günde 450 bin ile 500 bin varil arasında petrol çıkarılmaktadır. TBMM'deki tutanaklara yansıyan bilgilere göre, TPAO yetkilileri yeni açılacak 12 kuyudan yaklaşık 2500 varil petrol daha çıkarılabileceğini belirtmektedirler.

Hakeza devletin bu arazileri işletmemesi ve yarım asra yakın bir süreliğine yabancı bir şirkete vermesi, İslâm'da bir cürümdür. Hele hele bu şirket, iki kıblenin ilki ile el-Harameyn-iş Şerîfey'nin üçüncüsünü işgal ederek Filistin'i gasp eden, orada fitne ve fesat saçan Yahudi varlığına bağlı bir şirket olursa nice olur? İşte o zaman, son derece kötü olan bu projeye büyük-küçük katkısı olan herkesin günahını yükleneceği büyük bir cürüm olacaktır.

 

Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER