Çarşamba, 16 Rebiu’s Sânî 1447 | 2025/10/08
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

Nübüvvet Minhacı Üzere Hilafet: Alemler İçin Adalet ve Rahmettir

  • Kategori Makaleler
  •   |  

Nübüvvet Minhacı Üzere Hilafet: Alemler İçin Adalet ve Rahmettir

Ammar ibn Ammar’dan şöyle rivayet edilmiştir; İbn Abbas, الْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي وَرَضِيتُ لَكُمُ الْإِسْلَامَ دِيناًBugün size dininizi kemale erdirdim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’dan razı oldum.” [Maide 3] ayetini okuduğunda, yanında bir Yahudi vardır ve şöyle der: Eğer bu ayet bize indirilmiş olsaydı biz o günü bayram ilan ederdik. Bunun üzerine ibn Abbas: "Bu ayet bayram günü olan cuma ve Arefe gününde inmiştir" karşılığını verdi. [Taberâni Mu’cemu’l Kebir’inde rivayet etti.] Bu nimetinden, yani hidayet nimetinden ve dini tamamlaması nimetinden dolayı Allah’a hamd olsun. Zira dinin tamamı, hidayet, rahmet ve nurdur; her kim ona sımsıkı sarılırsa, doğru yola ermiş olur.

İslam, Allah’ın hak olan dini, ilahi vahyin son risaleti ve tek gerçektir; bugün İslam’ın dışındaki tüm yasalar ve mezhepler batıl ve dalalettir.  Bu din, teşrileri-kanunları açısından eksiksizdir; zira eksiksiz bir şekilde adaleti, merhameti, hidayeti, onuru ve Allah’a kulluğu içermektedir; çünkü sadece Allah katından gelmiştir.

Bu yüzden bizler, yeryüzünde adalet, onur ve bu ikisini garanti eden İslam’dan başka bir din yoktur dediğimizde, haktan uzaklaşmış olmayız.  İnsanlığın bugün tanık olduğu zulüm, baskı ve fesat, ilahi vahyin uygulanmasından yüz çevirmenin neden olduğu sıkıntının anlamına dair en büyük delildir. İçgüdülerle dolu olan ve mülk edinme sevgisiyle hareket eden bir insan, bir başkasının hakkını yiyeni cehennem azabıyla korkutmadan ve Allah'a karşı gelmeyen ve cömert davranıp günah işlemekten sakınan kişiyi büyük bir sevaba teşvik etmeden nasıl bir başkasının ihtiyacına merhamet edip onların mallarını ve günlük rızkını yemekten kaçınacak ki? Şehvet sevgisiyle dolu olan bir kimse, nasıl insanları haram kılınan şeylerden uzak tutup onların kutsallarını koruyacak ve başkasına karşı onların kusurlarını örtecek ki? فَأَمَّا مَنْ طَغَى * وَآثَرَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا * فَإِنَّ الْجَحِيمَ هِيَ الْمَأْوَى * وَأَمَّا مَنْ خَافَ مَقَامَ رَبِّهِ وَنَهَى النَّفْسَ عَنِ الْهَوَى * فَإِنَّ الْجَنَّةَ هِيَ الْمَأْوَىAzgınlık yapan ve dünya hayatını ahirete tercih eden kişi; Cehennem işte onun için tek barınaktır. Rabbinin huzurunda (hesap vermekten) korkan ve nefsine kötü arzuları yasaklayana gelince, onun barınağı da şüphe yok ki cennetin ta kendisidir.” [Naziat 37-41]

İslam, birey, cemaat, ümmet ve tüm dünya olarak insanın işlerinin düzenlemek üzere alemlerin Rabbi katından bir şeriat olarak geldiğinde, İslam şeriatı ayrıntılı, dakik ve disiplinli bir şekilde ve diğer yasaların herhangi bir iştiraki olmaksızın tam olarak uygulandığında toplumun adaleti ve merhameti elde etmesini sağlayacaktır. İslam toplumunda, zalimin hesap vermediği, mazlumun hakkının iade edilmediği veya sahibinin telafi etmediği bir zulmün meydana geldiğini göremeyeceksiniz. Zira İslam, temel olarak insanların kanlarını, namuslarını, mallarını ve onurlarını korumak için gelmiştir. Ebu Bekre’den, Allah’ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in Haccetü’l-Vedâ (veda haccı) günü Mina’daki kurban günü hutbesinde şöyle dediği rivayet edilmiştir: إنَّ دِمَاءَكُمْ، وَأَمْوَالَكُمْ وَأَعْرَاضَكُمْ حَرَامٌ عَلَيْكُمْ كَحُرْمَةِ يَوْمِكُمْ هَذَا، فِي شَهْرِكُمْ هَذَا، فِي بَلَدِكُمْ هَذَا، أَلَا هَلْ بلَّغْتُİşte sizin kanlarınız, mallarınız ve ırzlarınız, şu ayınızda, şu beldenizde, şu gününüzün hürmeti gibi birbirinize haram kılınmıştır. Tebliğ ettim mi?” Yine Ebu Hureyra Radıyallahu Anh’dan, Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: كُلُّ الْمُسْلِمِ عَلَى الْمُسْلِمِ حَرَامٌ: دَمُهُ وعِرْضُهُ وَمَالُهُHer Müslümanın bir başka Müslümana kanı, malı ve ırzı (şeref ve namusu) haramdır.

Allah Subhanehu ve Teala bir kutsi hadiste şöyle buyurmuştur: يَا عِبَادِي إِنِّي حَرَّمْتُ الظُّلْمَ عَلَى نَفْسِي وَجَعَلْتُهُ بَيْنَكُمْ مُحَرَّماً فَلَا تَظَالَمُواEy Kullarım! Ben zulmü kendime haram kıldım ve onu sizin aranızda da haram kıldım. O halde birbirinize zulmetmeyin.” Burada, zulmün haram olmasıyla ilgili en önemli hususların yanı sıra uygulanması halinde zulmün meydana gelmesinin engellenmesini, dahası zalimlerin varlığının engellenmesini ve (zalimlerin) bulunmaları halinde ise onların hakka döndürülmesini sağlayan Allahu Teala'nın açıkladığı hükümleri ele alacağız.

  • Bu dinin en büyük özelliği, başta da söylediğimiz gibi hak din olması ve onun dışındakilerin de batıl olmasıdır; zira bu din, Hakim ve Habîr olan Allah katından gelmiştir. İşte bu özellik ve Allah’ın dinini tahrifattan ve değiştirilmesinden koruması, İslam’ın tüm hükümlerinin hak ve adil olduğu, geçerliliğini teyit etmek için tartışmaya veya diyalog oturumları düzenlemeye yer olmadığı ve Kur’an, sünnet, sahabenin icması ve şerî kıyas gibi şeriatın dört kaynağından tafsili delillerle istinbat edilen İslam anayasasının maddelerinden herhangi bir maddeyi güncellemeye veya yenilemeye gerek olmadığı anlamına gelmektedir. Haddi zatında bu özellik, onu talep edenlerin kalplerine sükunetin yerleşmesi için yeterlidir. Aynı zamanda bu, yöneticilerin isyan edip kibirlenmelerine son verilmesini ve fesadını meşrulaştırmaya veya istediğini helal kılıp istemediğini haram kılmaya kalkışan birinin önünün kesilmesini sağlayacaktır. Zira helal olan da bellidir, haram olan da bellidir. Dolayısıyla kulların hakları ve şeriatın beş maksadıyla ilgili hükümlerde gri alanlar yoktur.
  • İkincisi İslam, İslam’ı din olarak kabul eden ve İslam Devleti’nin tabiiyetini taşıyan herkesin, bu dine egemenlik vermesini zorunlu kılar. Zira Allah’ın dininden başka bir egemenlik yoktur. Basitçe söylemek gerekirse bu, hiç kimseyi kayırmayan hak bir din olduğu gibi kendisi dışında hiçbir şeye öncelik vermemenizi gerektiren aziz bir dindir. Zira Allah’ın şeriatının üstünde bir otorite yoktur. İnsan yapımı kanunlarda, hukuk herkesin üstündedir gibi ifadeler yaygındır ancak gerçeklik bize, hem geçmişte hem de günümüzde bunun tam tersinin olduğunu haber vermektedir. Örneğin İsrailoğulları, arasında asil biri hırsızlık yaptığında onu bırakıyorlar, ama zayıf biri hırsızlık yaptığında ise ona had uyguluyorlardı. Ancak İslam, tüm adaleti ve izzetiyle şunu söylemektedir: وَايْمُ اللهِ لَوْ أَنَّ فَاطِمَةَ بِنْتَ مُحَمَّدٍ سَرَقَتْ لَقَطَعْتُ يَدَهَاAllah'a yemin olsun ki. Muhammed'in kızı Fatıma hırsızlık etse mutlaka onun elini keserdim!” Ayrıca efendimiz Ömer ibn Hattab, Mısır Emiri Amr ibn Âs'ın oğlunu, bir Kıpti'yi haksız yere kırbaçladığı için kırbaçlamıştır. Gördünüz mü, nasıl da Allah egemenliği, sadece Kendi dinine veriyor? Hatta bir peygamberin, bir Halife’nin veya bir emirin çocuğu olsan bile.

•    İslam’da yönetici, bir kral veya devlet başkanı değildir; aksine yönetici, toplumun sorumluluğunu taşıyan, onunla toplum arasında bir sözleşmenin olduğu ve İslam’a güzel bir şekilde bağlı kalması, bu dinle onları güzel bir şekilde gütmesi ve İslam’ı onlara Rablerinin emrettiği şekilde uygulaması şartıyla toplumun kendisine itaat biati verdiği bir emirdir.  Zira İslam’da Halife’nin kendisi ve bir başkası, bir tarağın dişleri gibi eşittir ve bu, azim İslam’ın alfabelerinden biridir. İtaat dışında hiçbir fark veya üstünlük olmadığı gibi itaatiniz de hiç kimse için bir minnet değildir, aksine kabul edilip edilmeyeceğini görmek için ölene kadar gözetlemeye devam etmelisiniz.  Aynı şekilde İslam, insan ile ahireti arasında bağlantı kurmakta ve onun, varlığının gerçek hedefine, yani yeryüzünde istihlafa/egemenliğe odaklanmasını sağlamaktadır. Dolayısıyla yönetici ve yönetilenin her ikisi de, Allah onları Allah’ın dinini ikame etmek için kullandığı, büyük bir konumdadırlar. Yani Hilafet, büyük bir sorumluluk olup emirlik de, güçlü ve muttaki kişilerin, Allah Subhanehu’nun hakkında kendilerini hesaba çekeceğinden korktukları için kendisinden kaçtıkları bir fitnedir. Efendimiz Ömer Faruk, şöyle diyerek ölmüştür: Hilafetten nasibimin; lehim ve aleyhime değil, (sadece) yetecek kadar olmasını dilerim! Hem de Şeytanların bile kendisinden kaçtığı bir kişi olduğu halde!

  • Bu fikirler ve alfabeler-esaslar, bir teori mahalli olmadığı gibi var olmayan ütopik bir şehir hakkındaki platonik fikirlerden de ibaret değildir. Zira İslam’ın bir diğer özelliği de, isabet eden ve hata yapabilen insanlar için gelmesi ve her çağda her topluluğa uygulanabilir olmasıdır. Zira İslam, tüm hükümleri ayrıntılı olarak açıklayan ve bunların nasıl uygulanacağını beyan eden bir metotla gelmiştir.

Bu özellikleriyle, yani emirliğin büyük bir fitne olması ve otoritenin de zulüm ve hataya açılan büyük bir kapı olmasıyla İslam, hükümlerini iki kısma ayırmıştır: Birincisi, bizzat yöneticinin kendisiyle ilgilidir; yani yöneticiyi, güzel gözetimden dolayı sevaba rağbet ettirdiği gibi insanlara karşı merhametli olmaya, onların işlerini yerine getirmeye ve onları adalet ve hikmetle gözetmeye teşvik etmekte ve onu, zalimlerin dünya ve ahiretteki vahim sonuçları konusunda korkutmaktadır. İkincisi ise yönetilenlerle ilgilidir; zira İslam, iyiliği emredip kötülükten sakındırmak, yöneticiyi muhasebe etmek ve onlara nasihat etmek ve hakkı haykırmanın ve yöneticiyi hak olana döndürmenin zaruretiyle ilgili hükümlerle gelmiştir.  Böylece Allah Subhanehu'dan korkmak, kullar için itici bir güç ve hakkı haykıranlar için de büyük bir ecir haline gelmektedir.

Şimdi burada, Hizb-ut Tahrir tarafından hazırlanan Hilafet Devleti'nin anayasasından, yönetim, işlerin gözetilmesi, zulmün önlenmesi ve zulmün olması halinde ortadan kaldırılması ile ilgili maddeleri zikredeceğim ve bu makalenin bağlamına uygun bir şekilde bu maddeleri yorumlayacağım:

•    Madde-4: “Halife, zekat ile cihat ve Müslümanların birliğinin korunması için gerekli şeyler dışındaki ibadetlerde belirli herhangi bir şerî hükmü benimseyemez. Yine İslami akide ile ilgili fikirlerden herhangi bir fikri de benimseyemez.” Bu, yöneticilere isabet eden şeriatın ihlal edilmesini engellemekte ve tiranların elini daha doğmadan önce başta kesmektedir. Zira anayasa açık olup kanunlar da her Müslüman için malumdur; bu yüzden manipülasyona veya yeni maddelerin oluşturulmasına bir yer yoktur. Aynı zamanda bu, fitneyi, bidatı ve ümmetin akidesini tahrip eden her şeyi sona erdirecek ve ümmetin dinini, Muhammed Aleyhissalatu ve's Selam'a indirildiği şekliyle koruyacaktır.

• Madde-5: “İslami tabiiyeti (uyruğu) taşıyan herkes, şerî haklara sahiptir ve şerî yükümlülüklerle sorumludur.” Dolayısıyla mezhepçilik veya ırkçılık temelinde bir ayrımcılık yoktur; zira Amr ibn Âs'ın oğlunun bir Kıpti'yi dövmesi ve Müslümanların Halifesinin de Kıpti için kısas uygulaması olayı, işlerin nasıl gözetildiğini ve tebaanın herhangi bir ferdine karşı zulmün nasıl önlendiğini açıklamaktadır.

  • Madde-13: “Asıl olan, beraat-i zimmettir. Bir kimse ancak mahkeme kararıyla cezalandırılır. Kim olursa olsun, herhangi bir kimseye işkence yapmak kesinlikle caiz değildir. Her kim bunu yaparsa cezalandırılır.” Bu, okullardan daha çok hapishanelerin olduğu ve bir Müslümanın, dünyanın ücra köşesine gitmekten korktuğu için hak sözü söylemekten çekindiği Müslüman ülkelerde yaygınlaşan güvenlik ihlali, zannın benimsenmesi, insan kaçırılmaları ve onlara karşı haydutluk gibi durumlara son verecektir. Bu madde, Müslüman ülkelerdeki Sednayaların ve daha fazlasının sona ermesini sağlayacaktır! Ayrıca bu madde, insanın canının ve onurunun korunması gibi şeriatın getirdiği maksadın gerçekleşmesini sağlayacaktır.
  • Madde-20: “Yöneticileri muhasebe etmek, Müslümanların haklarındandır ve üzerlerine farz-ı kifayedir. Tebaanın gayrimüslim fertlerinin de yöneticilerin kendilerine yaptığı zulümleri veya İslami hükümlerin üzerlerine tatbik edilmesindeki kusurları göstermek üzere şikayette bulunma hakları vardır.” İslam toplumu, tamamen özgür bir toplumdur: Zira herkes Allah'a ibadet etmede özgürdür, birey şeriata aykırı olmayan şeyleri ifade etme hakkını kullanma, yöneticiyi eleştirme, dahası tüm gücüyle yöneticiyi muhasebe etme ve devleti eleştirmekte özgürdür ve Allah için hiçbir kınayıcının kınamasından korkmadan hakkı haykırmakta da özgürdür. Evet, İslam, herkesin sadece Allah'tan korktuğu özgür ve güçlü toplumlar inşa etmektedir. Yönetici hata yapan ve isabet eden bir fert olup Halifenin sloganı, Ebu Bekir Sıddık Radıyallahu Anh'ın şu sloganıdır: “Allah’a itaat ettiğim sürece bana itaat ediniz. Şayet Allah’a isyan edersem bana itaat etmeniz gerekmez.”
  • Madde-24: “Halife, otoritede ve şeriatı infaz etmede ümmetin vekilidir.” Madde-28: “Müslümanlar tarafından nasbedilmedikçe hiç kimse Halife olamaz. İslami akitlerden herhangi bir akit gibi şer-i yönden kendisine inikad olmadıkça hiç kimse Hilafet salahiyetlerine de sahip olamaz.” Bu iki madde, insanların yöneticilerini seçme konusundaki hakkını garanti eden en önemli maddelerden olup yöneticilerin veraset yoluyla gelmesini veya Batı'nın ümmetin istek ve arzularına uygun olmayan yöneticiler nasbetmesini engellemektedir.
  • 33 ve 34. maddeler ve dalları, Halifenin nasbedilmesi metodunu açıklamakta ve Halifenin mansıbının boşalması halinde, işlerin yürütülmesi için Hilafetin onun yerine geçici olarak teslim edilecek kişiyi dakik bir şekilde beyan etmektedir.Dolayısıyla İslam, herhangi bir hataya veya karışıklığa yer bırakmamıştır. Her ayrıntı açık ve nettir.
  • Madde-37: “Halife, benimsemede şer-i hükümler ile mukayyettir. Şer-i delillerden sahih istinbat edilmeyen bir hükmü benimsemesi haramdır. Yine benimsediği hükümler ve hüküm istinbat metodu ile de mukayyettir. Dolayısıyla benimsediği istinbat metoduna aykırı istinbat edilmiş bir hükmü benimsemesi ve benimsediği hükümlere aykırı bir emir vermesi de caiz değildir.” Bu, yöneticinin işlerin gözetilmesi konusundaki sorumluluğunu yerine getirmesini ve fitne dönemlerinde hak üzere sabit kalmasını sağlamakta ve devletin başına gelebilecek her türlü acil durum veya Halife'nin maruz kalabileceği her türlü dış baskı karşısında ümmetin muhasebe etme gücünü pekiştirmektedir. Böylece devlet, şeriata bağlı kalır ve ümmet de, yöneticileri ve yardımcılarını hak üzere sebat etmesini sağlayan bir dayanak ve direk olur ve kendilerinin (yönetici ve yardımcıları) ve ümmetin bağlı kaldıkları anayasa konusunda onları güçlü ve cesur bir şekilde muhasebe eder.
  • Halifenin görevlerini yerine getirip getirmeme gücünü takip etme, durumunu ve yaptıklarını inceleme ve onu azledip görevden alma yetkisi sadece Mezalim Mahkemesi'ne aittir. Mezalim kâdısı Halife tarafından atanmaz; bu da ümmeti ve devleti idari yolsuzluktan ve hakların zayi edilmesinden korur ve zulmü ve ümmetin otoritesinin gasp edilmesini daha başlangıçta önler.
  • Halife tarafından atanan tefvîz muavinlerinin görevleri, Halifenin ölmesi veya azledilmesiyle sona erer; bu da enerjilerin yenilenmesini sağlayacak ve devlet içinde devlet oluşmasını veya partilerin ve grupların yönetim üzerinde hakimiyet kurmasını ve ümmetten otoritenin gasp edilmesini önleyecektir

• 45 ve 46. maddeler; Tefvîz muavininin, yaptırdığı tüm icraatlarını Halife’ye sunması gerekir ve Halifenin de yardımcılarının yaptıklarını takip etmesi vaciptir; zira işin başı da sonu da Halifeye ait olduğu gibi devletin ilk ve son sorumlusu da odur. Meydana gelen her türlü zulümden dolayı Halife muhasebe edilir ve savuşturma, alt düzey çalışanları suçlama veya muhasebeden kaçınma gibi durumlara yer yoktur. Ayrıca bu, devleti, vezirlerin ve Halifenin maiyetinin kötülüğünden ve ondan habersiz devletin işlerini tekelleştirmelerinden korur. Böylece İslam, her bireyin sorumluluklarını ve görevlerini belirlemiştir; çünkü hepsi, Allah Subhanehu'nun huzurunda bunlardan dolayı hesaba çekilecektir: وَكُلُّهُمْ آتِيهِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فَرْداًBunların hepsi de kıyamet gününde O’nun huzuruna tek başına (yapayalnız) gelecektir.” [Meryem 95] Allah’ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem de şöyle buyurmuştur: كُلُّكُمْ رَاعٍ وَكُلُّكُمْ مَسْؤُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ Hepiniz çobansınız; hepiniz güttüğünüz sürüden sorumlusunuz.” Dolayısıyla sorumlu, hesaba çekileceğinden emin olduğunda, her soru ve meleklerin kaydettiği her ayrıntı için bir cevap hazırlayacaktır.

Sözü daha fazla uzatmadan:İslam Devleti, Allah Subhanehu ve Teala'nın Efendimiz Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem hakkında şöyle buyurduğu kavlinin pratik uygulayıcısıdır: وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ Biz seni ancak âlemlere rahmet olsun diye gönderdik.” [Enbiya 107] İslam'ın hükümleri, tıpkı ilk Müslümanların ilk Raşidi Hilafetin gölgesinde nimetlendiği gibi bu rahmetin, ümmetin yaşadığı gerçeklikte tecelli olmasını sağlayacaktır. Allah'tan, Raşidi Hilafeti bize yakında ikinci kez ikram etmesini ve bizi onun ehlinden ve onun için samimi bir şekilde çalışanlardan kılmasını temenni ediyoruz.

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan

Beyan Cemal

Devamını oku...

Siyonizm’in Genişleme Hayalleri Gazze ve Batı Şeria Kayasında Parçalanan Bir Efsanedir

  • Kategori Makaleler
  •   |  

Siyonizm’in Genişleme Hayalleri

Gazze ve Batı Şeria Kayasında Parçalanan Bir Efsanedir

Yahudi varlığı, Filistin Kurtuluş Örgütü'nün yardımı olmadan, sadece 5.800 km²'lik bir alanı geçmeyen ve 3 milyondan fazla insanın yaşadığı Batı Şeria'yı kontrol edemiyorsa, nasıl olur da 3.000.000 km²'lik bir alanı kontrol edebileceğini hayal edebilir ki?

Yahudi varlığı tüm gücünü ortaya koyup Batı ülkelerinin sahip olduğu yasaklı ve suç teşkil eden tüm silah ve mühimmatı kullanmasına rağmen 365 km²'yi aşmayan bir alanı kaplayan Gazze iki yıldan fazla bir süredir direnebilmişse ve dünyanın en güçlü, en şiddetli, en dinamik ve en kanlı ordusundan binlerce askeri öldürülüp, yaralanıp, sakat kalıp akıl hastası olmuşsa... Yahudi varlığı NATO ordularının bile sahip olmadığı teknolojilere sahip olmasına rağmen istihbarat üstünlüğü, caydırıcılık, daha uzun menzil ve istediği her noktaya ulaşma kabiliyeti gibi sahip olduğu tüm avantajlarını kaybetmişse ve Gazze'de sistematik katliamlar ve planlı yıkımlara rağmen hedeflerini gerçekleştirmek için kendisine birbiri ardına verilen süreler içinde hedeflerini gerçekleştirmede başarısız olmuşsa... peki hala bu genişleme sloganının bir anlamı veya mefhumu kalır mı?

Yahudi varlığı, çoğu silah kullanımı konusunda eğitimli ve varlığın sahip olmadığı silahlara sahip 100 milyondan fazla insanın yaşadığı topraklara doğru genişleyeceğini nasıl açıklayabilir?

Bu genişleme açıklaması, rejimler ve halklar arasında korku ve şok yaratmak için olup böylece varlığın iradesine teslim olsunlar ve ona körü körüne sadakat ve itaat göstersinler diye mi yoksa kastedilen kontrol ve askeri işgal değil de Batı Şeria'da yaptığı gibi bölgeyi operasyonlarının sahnesi haline getirmek için midir?

Şimdi bu soruları, Yahudi varlığının Nil'den Fırat'a kadar genişleme potansiyelinin boyutunu ve bunun sahadaki gerçekliğini analiz edip anlayalım ve cevaplayalım:

Birincisi: Eğer varlık Nil'den Fırat'a kadar genişlemek istiyorsa, neden o zaman bir apartheid duvarı inşa ediyor?

Bu sorunun cevabı, ideolojik sloganlar ile siyasi ve güvenlik gerçeklik arasındaki çelişkiyi ortaya koymaktadır.

“Nil’den Fırat'a” kadar genişleme sloganı, ilk dönem Siyonist hareketleri harekete geçirmek için kullanılan eski bir Tevrat/Siyonist slogan olup gayesi ise, yerleşim projesine dini ve “kaderci” bir karakter kazandırmak ve Yahudileri (ilahi vaadi) gerçekleştirmek amacıyla Filistin topraklarına göç etmeye teşvik etmektir! Ayrılık duvarına gelince; Aksa İntifadası sırasında fedai operasyonların tırmanmasının ardından, 2002 yılında Şaron'un döneminde inşa edilmiş olup bu, daha uzak topraklar bir yana Batı Şeria'yı bile tam olarak kontrol etme konusundaki güvenlik acziyetinin pratik bir kabulüydü.

Dolayısıyla duvar, bir savunma tahkimatı olup bir gücü yansıtmıyor, aksine Cenin, Nablus ve el-Halil gibi bölgelerde göreceli olarak savunmasız olan kuşatma altındaki halkın bile sızması korkusunu yansıtıyor

Duvar, bu varlığın coğrafi yakınlığı ve askeri üstünlüğüne rağmen Batı Şeria'yı “tamamen ilhak etme” kapasitesine bile sahip olmadığını açıklarken, peki Nil'den Fırat'a kadar uzanan büyük genişlemeler nasıl olacak ki?

İkincisi: Genişleme hayali, Batı Şeria'yı bile boyun eğdirmekten aciz kalmasıyla bağdaşıyor mu?

5.800 km²'lik bir alanı aşmayan ve yaklaşık 3 milyon Filistinli nüfusa sahip olan Batı Şeria'da Yahudi varlığı, neredeyse günlük çatışmalar olmadan Oslo otoritesinin yardımıyla bile bu bölge üzerinde tam kontrolü sağlamaktan aciz kalmıştır.

Baskı ve güvenlik koordinasyonuna rağmen, her şehirde silahlı direniş hücreleri ve gruplar için güvenlik altyapısı bulunmaktadır.

Bu başarısızlık, Irak, Suriye, Mısır gibi halkları ve ülkeleri içine alan geniş bölgelere doğru genişleme fikrinin, pratik olarak gerçekleşmesi mümkün olmayan bir yanılsama olduğunu ortaya koymaktadır.

Üçüncüsü: Gazze'ye hükmetmekten aciz olan biri, 3 milyon km2'lik bir alana hükmedebilir mi?

Gazze, Yahudi varlığını birçok düzeyde ifşa etmiştir:

  • Gazze alanı: Sadece 365 km2’dir.
  • Buna rağmen 2007'den bugüne kadar, Yahudi varlığı ona boyun eğdirme girişimlerinde başarısız olmuştur.
  • (2023-2025) son savaş, caydırıcılık, uzun kol ve onu karakterize eden önleyici saldırı efsanesinin çöküşünü ortaya çıkarmış ve tek başına askeri gücün, özgürlük ve direnişe inanan halklara karşı kesinlikle savaşamayacağını teyit etmiştir.
  • Yahudi varlığının uğradığı insani, maddi ve psikolojik kayıplar tüm tahminleri aşmış olup Yahudi varlığının Batı'daki destekçilerini bile utandırmıştır.

Eğer Gazze bile nükleer bir orduyu küçük düşürebiliyorsa, Irak veya Suriye gibi daha geniş bölgelerde doğrudan çatışmaya girmesi halinde nasıl olacak acaba?

Dördüncüsü: “Nil'den Fırat'a kadar” bir slogan mı yoksa bir proje mi?

Gerçeklik açısından: Yahudi varlığı, bu projenin askeri veya siyasi olarak gerçekleşebilir olmadığını biliyor ancak yine de onu aşağıdakiler için kullanıyor:

  • (Aşırı sağ için) iç ideolojik propaganda aracı olarak.
  • Özellikle Batı Şeria'daki sürüngen yerleşimcilerin meşrulaştırılması.
  • (Irak ve Suriye'de olduğu gibi) kaos ve bölünmeleri desteklemek yoluyla çevre Arap devletlerini parçalamak için bir argüman olması.

Ancak bugün Yahudi varlığı için fiili proje şudur:

Mümkün olduğunca saf, mümkün olduğunca büyük bir alanı kapsayan ve mümkün olduğunca Filistinlilerin az olduğu bir Yahudi devleti.

Bu da şöyle yorumlanabilir:

  • Kudüs ve Batı Şeria'da sürgün ve yerinden edilmenin devam etmesi.
  • Gazze'yi nihai olarak ayırma, orada savaşı sürdürme ve orayı işgal etmeye ve Amerikan katılımıyla yatırım bölgesine dönüştürmeye çağrı girişimleri.
  • (Özellikle Necef ve Batı Şeria'da olmak üzere) transfer ve alternatif nüfus projelerinin geçişi.

Beşincisi: Jeopolitik gerçeklik, Yahudi varlığının imparatorluk projesine izin vermez.

(Tarihteki en güçlü ülke) Amerika, güç dengesindeki farka rağmen Irak ve Afganistan üzerinde kontrolünü sağlayamamıştır. Yahudi varlığı ise küçük bir varlıktır:

  • Nüfusu 9 milyon (ki yaklaşık yarısı Yahudi değildir).
  • (Toplumsal bölünmeler, siyasi krizler, iç direniş) gibi iç kırılganlık.

Bu boyuttaki herhangi bir genişleme projesini yerine getirmek için pratik olarak, coğrafi, demografik ve askeri açıdan uygun değildir.

Özetle: Sözde “Nil'den Fırat'a kadar genişleme projesi” şudur:

1- Uygulanabilir bir plandan daha çok ideolojik bir efsanedir.

2- Yerleşim, saldırganlık ve ırk ayrımcılığını meşrulaştırmak için bir propaganda aracıdır.

3- Güç, imkanlar veya uluslararası koşullar açısından gerçeklik olarak ulaşılabilir değildir.

Şimdi asıl soru şudur: Bu varlık 1948 sınırları içinde bekasını sürdürebilir mi?

Gerçeklikteki verilere dayalı olarak, bir sonraki meydan okuma genişleme değil, iç çöküş ve artan direniş faktörlerine karşı dayanabilmektir.

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan

Salim Ebu Sebeytan

Devamını oku...

Erdoğan, Filistin Davasını Tasfiye Etmek İçin Ebu Rigal Rolünü Oynuyor!

  • Kategori Haber ve Yorum
  •   |  

Haber-Yorum

Erdoğan, Filistin Davasını Tasfiye Etmek İçin Ebu Rigal Rolünü Oynuyor!

Haber:

Reuters'ın Türkiye cumhurbaşkanlığı hakkındaki haberi: Erdoğan ve Trump, telefon görüşmesinde ikili ilişkileri ve Gazze'deki durumu ele aldı.

Acil | Türkiye Cumhurbaşkanlığı: Erdoğan, Trump'a, Türkiye'nin barış için diplomatik temaslarına hız verdiğini teyit etti. (El Cezire Kanalı, 4/10/2025)

Yorum:

Bakın işte Erdoğan, tıpkı Suriye devriminde, odak noktasını rejimi devirmekten rejime katılmaya kaydırdığında yaptığı gibi tavizleri pazarlama, direnişi bastırma ve Filistin davasını tasfiye etme şeklindeki görevinin siyasi simsarı olma rolünü oynamaktadır.

Onun diplomatik temasları, Yahudi varlığının bekasını sağlamak için bölgedeki Amerikan araçlarını harekete geçirmek amacıyla bir paravan olmaktan başka bir şey değildir. Barış hakkında konuşmak ise davayı tasfiye etme, direnişi silahsızlandırma ve Gazze halkını yalan vaatler karşılığında yerinden etme planına yönelik son başlıktan öte bir şey değildir.

Erdoğan hiçbir zaman Filistin'in yanında olmamıştır; aksine İran, Mısır, Suudi Arabistan ve diğerlerinin yaptığı gibi Amerika'nın yanında yer alıp onun politikalarını uygulamıştır; zira bu yöneticiler, düşmanın güç kullanarak gerçekleştirmede aciz kaldığı şeyleri uygulayan araçlardır.

Ey Gazze halkı ve ey İslam ümmeti: Sizin davanız diplomasi veya hain girişimlerle çözülmeyecektir; aksine Yahudi varlığını kökünden söküp atmak için harekete geçecek ümmetin orduları ve El-Aksa'yı kurtaracak ve Amerika ile onun ülkemizdeki yardakçılarının ellerini koparacak Raşidi Hilafetin kurulmasıyla çözülecektir.

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan

Abdul Mahmud El-Amiri – Yemen

Devamını oku...

Sumud Filosunun Yelken Açması, Müslüman Ordularının Garnizonları İçin Bir Utançtır!

  • Kategori Haber ve Yorum
  •   |  

Haber-Yorum

Sumud Filosunun Yelken Açması, Müslüman Ordularının Garnizonları İçin Bir Utançtır!

Haber:

Ünlü uluslararası fotoğrafçı Şahidul Alam, Pazar günü Özgürlük Filosu Koalisyonunun son misyonuna katıldı ve Gazze'deki Yahudi varlığının kuşatmasını kırmak için uluslararası çabaya katılan ilk Bangladeşli oldu.70 yaşındaki Alam, eğitimci, medya kuruluşlarının kurucusu ve bir aktivist olup kırk yılı aşkın bir süredir Bangladeş'teki insan hakları ihlallerini ve siyasi karışıklıkları belgeleyen çalışmalarıyla sayısız ödüller almıştır.2018 yılında Time dergisi tarafından "Yılın Kişisi" seçilmiş ve aynı zamanda Dünya Basın Fotoğrafı Ödülleri jürisine başkanlık eden ilk renkli kişi olmuştur.Pazar günü Dakka'dan ayrılıp Sicilya'ya gitmiş, Ağustos sonu ve Eylül başında İtalya, İspanya ve Tunus'tan yelken açan Küresel Sumud Filosuyla birlikte yeni bir tekne dalgasıyla yola çıkmış ve bu filoya 44 ülkeden yaklaşık 500 aktivist katılmıştır.Alam, Arab News'e şunları söylemiştir: “Ben Bangladeş halkını temsil etmek ve Bangladeşlilerin Filistin'e olan sevgisini ve orada direnişin olduğu gerçeğini dile getirmek istiyorum.” (Arab News)

Yorum:

Ünlü Bangladeşli fotoğrafçı ve aktivist Şahidul Alam'ın Özgürlük Filosu Koalisyonunun son misyonuna katılma yönünde aldığı cesur karar, Bangladeşli Müslümanların duygularında derin bir yankı bulmuştur.Onlar için Filistin davası, uzak bir jeopolitik mesele değil, aksine mübarek Mescid-i Aksa'nın kutsallığıyla yakından bağlantılı derin bir duygusal bağlılıktır. Ancak bu duygusal bağın, duygu sınırlarını aşıp somut siyasi ve askeri bir kararlılığa dönüşmesi gerekir.

Filodaki siviller, gaspçı Yahudi varlık tarafından tutuklanıp taciz edilmelerine rağmen, İslam beldelerinin başındaki hain yöneticiler hala hiç utanmıyorlar veya bir günah duygusuna kapılmıyorlar.Sıradan insanlar sivil gemilerde hayatlarını tehlikeye atarken, ağır silahlara sahip modern Müslüman orduları ise kabir ehlinin sessizliği gibi sessizce duruyorlar!Gazze'ye giden Sumud Filosunun, dünyanın Gazze'deki soykırıma karşı duyarlılığını uyandırmak için başlatılan bir kampanya olduğu söyleniyor.Ancak artık sivillerin Müslüman ordularının duygularını uyandırmalarının zamanı gelmiş olup giderek aciliyeti artan şu soruyu sormaları gerekir:Şayet silahsız siviller ablukaya doğru yelken açmaya güç yetirebiliyorsa,o halde neden el-Aksa'yı kurtarmak ve oradaki mübarek Müslümanların trajedisini sona erdirmek için mümin ordular ve coşkulu gençlerle dolu İslam ümmetinin ortak donanma filoları gönderilmiyor?

Filistin'i özgürleştirmenin yolu, insani yardım misyonlarından daha fazlasını gerektirir; yani İslam beldelerindeki güç dengelerinin köklü bir şekilde yeniden düzenlenmesini gerektirir; dolayısıyla otoritenin Batı yanlısı despot rejimlerin elinden alınıp sadık ve cesur bir ele, yani Nübüvvet Minhacı üzere İkinci Raşidi Hilafetin gölgesindeki bir Halife'nin eline teslim edilmesi gerekir. Bu nedenle ümmetin, ordularının kışlalarına doğru yürüyerek ordulardan, davalarına karşı görevini yerine getirmelerini talep etmesi gerekir.Ayrıca muhlis subayların da, gerçek bağlılıklarının sömürgeci Batı'ya hizmet eden ajan tiranlara değil de, Haremeyn'in üçüncüsünün kurtuluşu için olduğunu idrak etmeleri gerekir. Bu orduların hareketsiz bir şekilde kalması, pratik olarak kendi çıkarlarını halklarının çıkarlarının üstünde tutan yöneticilerini korudukları anlamına gelmektedir.

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan

Irtiza Çaudri – Bangladeş

Devamını oku...

Hizb-ut Tahrir / Sudan Vilayeti, Hartum’da Siyasi Bir Konuşma Gerçekleştirdi

Hizb-ut Tahrir / Sudan Vilayeti gençleri, Sudan’ın bölünmesi planını akamete uğratma kampanyası çerçevesinde 4 Ekim 2025 Cumartesi sabahı Hartum’daki Dukhunat Pazarı bölgesinde siyasi bir konuşma gerçekleştirdi.

Etkinlikte, Hizb-ut Tahrir üyesi Şeyh Abdul Fettah Ahmed bir konuşma yaptı. Konuşmasına İslam ümmetinin birliğinden ve İslam Devleti’nin bütünlüğünden bahseden ayetler ve hadislerle başlayan Ahmed, İslam’a göre ümmetin asasını kırmak, cemaatini bölmek ve birliğini parçalamak isteyenlerin öldürülmesini gerektiğini belirtti. Ahmed, “Düşman güçlerin, İslam ümmetinin birliğine ve devletin bütünlüğüne kastedip parçalamak için komplo kurduğunda, Müslümanların bu meseleyi ölüm kalım meselesi olarak kabul etmeleri gerektiğini vurguladı.

Ahmed, Hizb-ut Tahrir / Sudan Vilayeti olarak biz, ümmete karşı sorumluluğumuz gereği, Amerika’nın daha önce Güney’i ayırdığı gibi, şimdi de Darfur’u Sudan’dan ayırmak için tehlikeli bir planı yürüttüğü konusunda sizleri uyarıyoruz dedi.

Şeyh Ahmed, bu planın İslam’a göre haram olduğunu belirterek söz konusu plana meydan okumak için ülke halkını bu plana karşı güçlü bir duruş sergilemeye çağırdı. Güney Sudan gibi Darfur’un da elden gitmemesi için halkın bu plana meydan okuyabilecek güçte olduğunu dile getirdi. Ayrıca, güç ve kuvvet ehli samimi kişileri de ülkenin bütünlüğünü korumaya davet etti ve Allah’ın onların bundan hesaba çekeceğini hatırlattı. Ahmed, ülke halkını, Raşidi Hilafet’i kurmak için Hizb-ut Tahrir’le kenetlenmeye çağırdı. Raşidi Hilafetin, Amerika ve Batı’nın İslam ümmetinin meselelerine müdahalesine son vereceğini, ümmetin meseleleriyle oyun oynamasını durduracağını kaydetti.

Bu sırada kalabalık, “Tek çözüm Hilafet!” sloganlarıyla ve getirdikleri Tekbirlerle sık sık Şeyh Ahmedi’n sözünü kestiler. İçlerinden biri “İşte istenen eylem bu. Herkesin bu çağrıya kulak vermesi ve birleşmesi gerekir” dedi.

Devamını oku...

Normalleşme Açıklamaları, Düşmanla Bütünleşip Ümmetten Ayrışmanın Apaçık İlanıdır!

Mısır Dışişleri Bakanı Bedir Abdülati, son günlerde katıldığı uluslararası konferanslarda bir dizi dikkat çekici açıklamada bulundu. Abdülati, “İsrail’in barış içinde yaşamasının ve bölgeye entegrasyonunun önemli olduğunu” vurguladı. Suudi Arabistan ve diğer ülkelerle birlikte “İsrail ile normalleşmeye tamamen hazır olduklarını” belirten Bakan, gelecek için tek çözümün “İsrail ile barış içinde yaşayacak, silahtan arındırılmış bir Filistin devleti” olduğunu söyledi... Bu açıklamalar, Müslüman ülkelerdeki mevcut yönetimlerin izlediği yolu net bir şekilde gözler önüne seriyor. Gaspçı varlıkla tam bir normalleşme yolu izleniyor. Batı’nın sömürgeci projesine hizmet etmek için bu varlığın güvenliği ve bölgeye entegrasyonu için çalışılıyor.

Bir Müslüman ülkenin dışişleri bakanının, “İsrail’in barış içinde yaşamasının ve bölgeye entegrasyonunun önemli olduğunu” vurgulaması, geçici bir saldırganlığın durdurulması çağrısının ötesinde, işgal varlığını meşru bir varlık olarak tanınmasını ve bölgenin doğal bir bileşeni sayılması anlamına gelir. Zira bölgeye entegrasyonu, ancak onun varlığını siyasi ve hukuki olarak tanımakla, ona ümmetin bağrına saplanmış yabancı bir cisim gibi değil de yaşama hakkı olan normal bir devlet gibi muamele edilmesiyle mümkündür. Bu tutum ise, bu konudaki net İslami hükümlere temelden aykırıdır. Zira Filistin, Müslümanların fethettiği bir İslâm toprağıdır; İslâm ümmetinin vakfıdır; Tek bir karışından dahi vazgeçilemez! Yahudi varlığı, sömürgeci kafir Batı’nın, Hilafet’i yıktıktan sonra topraklarımıza zorla kurduğu gaspçı bir varlıktır!

Tam normalleşme çağrısı, uşaklık ve bağımlılığın bir yansımasıdır ve ümmete apaçık bir ihanettir! Çünkü gaspçı bir düşmanla normalleşmek, onu meşrulaştırmak, kök salmasını sağlamak ve onu tanımayı reddeden İslam ümmetinin duruşunu zayıflatmak anlamına gelir. Gaspçı varlıktan memnun olmak ve onu barış ve normalleşmeyle razı etmeye çalışmak, onun asıl karakterini değiştirmeyeceği gibi, halkları da asla onu kabule ve onunla normalleşmeye zorlayamayacaktır.

Bu açıklamalar, bölgedeki yönetimler ile halkları arasındaki makasın ne kadar açıldığını gözler önüne seriyor. Zira ümmet, Filistin’i hala merkezi davası olarak görmekte, Yahudi varlığını tanımayı veya onunla normalleşmeyi reddetmekte ve bunu her fırsatta dile getirmektedir. Rejimler ise tam tersine, normalleşme projelerine ve o varlığa siyasi ve güvenlik desteği verme yarışına girişmişlerdir. Hatta daha da ileri giderek Gazze kuşatmasına ortak olmuşlar ve Gazze halkına yardım etmek için ortaya konulan her türlü etkili girişimi engellemişlerdir.

Mısır Dışişleri Bakanı Bedir Abdülati’nin “entegrasyon”, “tam normalleşme” veya “silahtan arındırılmış devlet” gibi konular hakkındaki açıklamaları, onun kişisel görüşleri değildir. Aksine bu açıklamalar Batı’ya bağımlı ve Filistin davasını tasfiye etmeye çalışan Arap rejimlerinin politikalarının net bir yansımasıdır. Ayrıca bu açıklamalar, söz konusu rejimlerin ümmetin inancından ve duygularından ne kadar kopuk olduğunun da apaçık göstergesidir. Gaspçı varlık, ümmetin vücuduna saplanmış kötü huylu bir ur gibidir. Onunla birlikte yaşamak da onu entegre etmek de caiz değildir, bilakis kökünden sökülüp atılması gerekir.

Ey Kinane askerleri! Yetkililerin yaptığı, gaspçı varlığın meşruiyetini tanıyan, onun varlığını ve güvenliğini doğal bir mesele olarak gören bu aşağılık açıklamalar, ümmetten sadır olmamıştır ve ümmeti de temsil etmezler. Bilakis bu sözler, sömürgeciye bağlı olan, onun projelerini pazarlayan ve onu korumak için çalışan rejimlerden sadır olmuş açıklamalardır. Unutmayın ki, sizin de bir parçası olduğunuz ve toprağını, onurunu korumaya yemin ettiğiniz bu ümmet, o varlığı kesinlikle reddetmektedir. O varlığı, asla birlikte yaşanmayacak veya anlaşma yapılmayacak, tam aksine savaşılması ve kökünden sökülüp atılması gereken gaspçı bir düşman olarak görmektedir... Bugün size düşen dininize, ümmetinize ve kutsallarınıza sahip çıkmak için harekete geçmek; ihmalkâr ve dışa bağımlı gördüğünüz yöneticilere itaatten vazgeçmek ve silahlarınızı ümmetin gerçek düşmanına doğrultmaktır. Haydi ecdadınızın yazdığı kahramanlık destanlarının bir yenisini de siz yazın!

وَمَا لَكُمْ لاَ تُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِ اللهِ وَالْمُسْتَضْعَفِينَ مِنَ الرِّجَالِ وَالنِّسَاء وَالْوِلْدَانِ الَّذِينَ يَقُولُونَ رَبَّنَا أَخْرِجْنَا مِنْ هَـذِهِ الْقَرْيَةِ الظَّالِمِ أَهْلُهَا وَاجْعَل لَّنَا مِن لَّدُنكَ وَلِيّاً وَاجْعَل لَّنَا مِن لَّدُنكَ نَصِيراً“Size ne oluyor da, Allah yolunda ve “Ey Rabbimiz! Bizleri halkı zalim olan şu memleketten çıkar, katından bize bir dost ver, bize katından bir yardımcı ver” diye yalvarıp duran zayıf ve zavallı erkekler, kadınlar ve çocukların uğrunda savaşa çıkmıyorsunuz?[Nisa 75]

Devamını oku...

İhmalle Geçen On Yılların Faturası: Mısır’ın Susuzluk ve Sel Paradoksu

Mısır’da köyleri yutan, onlarca aileyi evsiz bırakan sel felaketi bir doğa olayı değil, çok daha derin bir ihanetin ve beceriksizliğin sonucudur. Bu felaket; rejimin Mısır’ın su haklarını peşkeş çekmesinin, halkın dertlerine karşı müzminleşmiş kayıtsızlığının ve ülkenin kaynaklarını, ulusal güvenliği ve milletin çıkarlarını korumaktan aciz bir şekilde yönetmesinin sadece bir tezahürüdür. Mevcut kriz, bir anda ortaya çıkmış değildir, aksine başarısız politikaların uzun vadeli ve kümülatif birikiminin bir neticesidir. Söz konusu politikalar, devleti su kaynaklarını savunma araçlarından yoksun bırakmış ve Etiyopya’nın Rönesans Barajı üzerinden Mısır ve Sudan’ın can damarı olan Nil’i kontrol etmesine kapı aralamıştır.

Mısır’ın basiretsiz ve teslimiyetçi politikaları, Etiyopya’nın eline bölge tarihinde görülmemiş bir stratejik koz vermiş, Mısır’ın su ihtiyacının %80’inden fazlasını sağlayan Mavi Nil suları üzerinde tam kontrol sağlamasına olanak tanımıştır. Rejim, Nahda Barajı’nın ilan edildiği ilk günden beri, ulusal hakları koruyacak ve halkını savunacak cesur bir duruş sergilemek yerine, fiili durumu acizce kabullenmeye ve boş uluslararası vaatlere sığınmaya dayalı zavallı bir müzakere çizgisi izlemiştir.

Etiyopya’nın, bağlayıcı bir hukuki çerçeve olmaksızın baraj dolum süreçlerini tek taraflı olarak tamamlaması, Etiyopya’ya Mısır ve Sudan yönlü debi üzerinde fiilî bir hâkimiyet sağlamasına imkân tanımıştır. Addis Ababa, barajın kapaklarını kendi çıkarlarına göre, hatta bazı yetkililerinin küstahça belirttiği gibi “keyfine göre” veyahut da Amerika’nın dayattığı şekilde açıp kapatmaktadır. Böylelikle baraj, Etiyopya ve efendilerinin dilediği an Mısır’a karşı kullanabileceği siyasi, ekonomik ve güvenlik amaçlı bir baskı aracına dönüşmüştür.

Bu su silahının iki namlusu var ve ikisi de Mısır’a dönük. İlk namlu ‘susuzluk’: Etiyopya, barajın kapaklarını kapattığında veya su akışını azalttığında, Mısır’ı tarımı, sanayiyi ve içme suyu kaynaklarını vuracak yıkıcı bir su kıtlığı tehlikesiyle karşı karşıya bırakacaktır. Silahın ikinci namlusu ise ‘sel felaketi’dir. Son dönemde örneklerini gördüğümüz gibi, baraj kapaklarının aniden sonuna kadar açılmasıyla serbest bırakılacak devasa bir su kütlesi, köylerin sular altında kalmasına, evlerin yıkılmasına ve hatta Mısır’ın gözbebeği Asvan Barajı’nın bile ciddi bir tehlike altına girmesine yol açacaktır. Nil’in kontrolü artık Mısır’ın elinde değil; rejim, elindeki tüm güç kozlarından feragat edip Mısır’ın su haklarını gönüllü olarak peşkeş çekerek ülkeyi dış iradenin oyuncağı yapmıştır.

Bugünkü sellerin bu kadar yıkıcı olmasının bir nedeni de, Mısır’ın olası taşkınları yutabilecek su altyapısını yıllar içinde ortadan kaldırmış olmasıdır. Bir zamanlar sulama kanalları, nehir kolları ve drenaj kanalları, fazla suyu tahliye edip dağıtan, hem doğal hem de insan yapımı entegre bir ağ oluşturuyordu. Bu sistem sayesinde tarım arazileri ve köyler sellerden korunuyordu. Ne var ki, geçtiğimiz on yıllar boyunca bu hayati ağlar hem ciddi bir şekilde ihmal edilmiş hem de çoğu zaman kasıtlı olarak toprakla doldurulmuştur.

Nitekim resmi rakamlar, Mısır’daki su altyapısının nasıl bir talanla karşı karşıya olduğunu gözler önüne seriyor. Spesifik olarak, yalnızca 2025 yılı içerisinde Nil Nehri havzasına yönelik 18.000’i aşkın ihlal vakası raporlanmıştır. Buna ek olarak, 2021 yılından itibaren, ilgili mevzuatla koruma altına alınan ‘Nil koruma kuşağı’ ve ‘taşkın yatağı arazileri üzerinde 20.000’den fazla ruhsatsız yapılaşma tespit edilmiştir. İşin en acı tarafı ise, bu yasa dışı yapılaşmanın gizlice değil, bizzat devletin gözleri önünde, adeta resmi bir geçit töreniyle gerçekleşmiş olmasıdır. Devletin ilgili kurumları ise bu talanı durdurmakta ya çekimser kalmış ya da yolsuzluk, torpil ve kurumsal çürümenin bir sonucu olarak bu duruma bilerek ve isteyerek göz yummuştur.

Devlet, proaktif bir su yönetimi stratejisi benimsemek yerine - ki bu strateji, taşkınları absorbe etmek ve bu suyu arazi ıslahı için kullanmak amacıyla nehir kesitlerini genişletmeyi ve atıl durumdaki yan kolları rehabilite etmeyi içerirdi - tam tersi yönde bir politika tercih etmiştir. Bu politika, mevcut drenaj ve sulama kanallarının doldurulması ve nehir yatağının tarımsal ve yapısal kullanıma açılması şeklinde tezahür etmiştir. Bu eylemlerin neticesinde, hidrolojik sistemin ani taşkın piklerini yönetme ve sönümleme kapasitesi önemli ölçüde azalmıştır.

Bir zamanlar suyun tahliyesi için ayrılmış olan bu topraklar, zamanla ya kaçak yerleşim bölgelerine ya da ruhsatsız tarım arazilerine dönüşmüştür. Bu arazi kullanım değişikliği, söz konusu bölgeleri, Nil Nehri’nin su seviyesindeki her artışta doğrudan taşkın riski etki alanına dahil etmiştir. Etkin erken uyarı sistemlerinin yokluğu ise, yerel halkın kriz anında hazırlıksız yakalanmasına neden olmuştur. Vatandaşlar, hızla yükselen su seviyeleri ve konutlarının yapısal bütünlüğünü kaybetmesi gibi çoklu tehditlerle, devlet tarafından sağlanan somut bir koruma olmaksızın yüzleşmek zorunda kalmışlardır.

Söz konusu ihmal, Mısır’ın tarım sektöründeki daha geniş kapsamlı bir politika başarısızlığından ayrı düşünülemez. Devlet, gıda güvenliğini sürdürülebilir kılacak rasyonel adımlar atmak –sulama altyapısını geliştirmek, drenaj ağlarını rehabilite etmek ve tarımsal arazi varlığını genişletmek– yerine, arazi verimliliğine katkısı olmayan göstermelik projelere yönelmiştir. Buna mukabil, verimli tarım arazilerinin spekülatif yatırım veya konut projeleri için imara açılmasına ve tarım dışı amaçlarla kullanılmasına müsaade edilmiştir. Bu politikanın neticesinde, son on yıllarda önemli miktarda tarım arazisi kaybedilmiş ve ülkenin hidrolojik şoklara karşı kırılganlığı artmıştır.

Su, hayatın en temel yapı taşlarından biridir ve İslam’a göre, onu korumak ve doğru yönetmek devletin en asli görevlerindendir. Bu nedenle, ister sel baskınları olsun ister kuraklık, devlet bütün imkanlarını kullanarak su kaynaklarını korumakla ve halkını bu tür tehlikelerden muhafaza etmekle yükümlüdür. Bu hayati meselede gevşeklik göstermek, basit bir idari hata olarak geçiştirilemez! Allah’ın yöneticiye verdiği kutsal emanete ihanettir ve bu ihanetin bedeli hem bu dünyada hem de ahirette çok ağır olacaktır.

Ayrıca, İslam dış baskılara boyun eğmeyi veya bağımlılık ilişkilerini kabul etmez. Tam aksine, ümmetin stratejik varlıklarını korumak için kararlı siyasi ve askeri politikalar izlenmesini ve ümmetin can damarı niteliğindeki kaynakların kontrolünün hiçbir yabancı gücün eline geçmesine izin verilmemesini farz kılar. Rönesans Barajı’nın büyüyerek Etiyopya’nın elinde bir “hayat vanasına” dönüşmesine göz yummak, bir yöneticinin ümmetin çıkarlarını koruma göreviyle bağdaşmayan, tehlikeli bir siyasi ihmalkarlıktır.

Bu durumun neticesinde Mısır, dış kaynaklı bir hidro-stratejik silaha karşı kırılgan bir pozisyona düşürülmüştür. Ve Mısır’ın bugünkü acı tablosu, zorlu bir denklemin sonucudur:

Çürümüş Altyapı: Yılların ihmali ve yolsuzluğuyla adeta bir enkaza dönen su şebekeleri.

Boğulmuş Nehir: Yatağı daraltılarak ve kolları doldurularak akışı engellenen bir Nil.

İşgal Edilmiş Kıyılar: Göz göre göre nehrin yatağına inşa edilen kaçak köyler ve mahalleler.

Teslim Olmuş Devlet: Su kozunu Etiyopya’ya kaptıran, pazarlık gücünü sıfırlamış bir yönetim.

Bu gidişatın sonu bellidir: Su salındığında sele, tutulduğunda ise susuzluğa mahkûm bir Mısır...Ve hepsinden daha acısı, Allah’ın bu topraklara armağanı olan o kutsal nehrin dizginlerini elinde tutan yabancı bir iradenin gölgesinde, her geçen gün biraz daha boyun eğen bir ülke...

Gerçek çözüm, göstermelik görüşmeler yapmak ya da uluslararası yardımları ve Dünya Bankası’nın sözlerini beklemek değildir. Gerçek çözüm, devletin temel yönetişim sorumluluklarını eksiksiz olarak üstlenmesinde ve aşağıdaki eylem planını kararlılıkla uygulamasında yatmaktadır: Su altyapısı, sil baştan doğru temellerde kurulmalıdır. Siyasi bağımsızlık tam olarak sağlanmalı, dışa bağımlılık sona erdirilmelidir. Ulusal su haklarını korumak için devletin tüm gücü seferber edilmelidir. Yönetimdeki yolsuzluk kökünden kazınmalıdır. Kapatılan tüm su kanalları yeniden açılmalıdır. Nil yatağındaki yapılaşma kalıcı olarak yasaklanmalıdır. Su, bir avuç imtiyazlının değil, tüm halkın çıkarına göre yönetilmelidir. Yozlaşmış bir kapitalist sistemi uygulayan bir yönetimin bunları yapması mümkün değildir. Bütün bunlar, ancak halkını gerçekten İslam’la gözeten bir devleti gerektirir.

İslam’a göre devlet, ümmetin çıkarlarının bekçisi olmalı, dışarıya bağımlı olmamalıdır. Projelerini, bağışçı ülkelerin dayatmalarına göre değil, “Egemenlik Şeriat’ındır, Otorite Ümmetindir” ilkesine göre yeniden şekillendirmelidir. Bu da ancak İslam’la gerçek anlamda hükmeden bir sistemle mümkündür. Böyle bir sistem, siyaseti yeniden ideolojiye göre şekillendirecek ve halkın işleriyle ilgilenmeyi, medya için söylenmiş boş bir slogan olarak değil, en temel amacı olarak görecektir.

Allah’ım! Bize İslam Devleti’ni, onun otoritesini ve Şeriatını yeniden nasip et ki, bir kez daha Nübüvvet metodu üzere Raşidi Hilafet’in gölgesi altında yaşayalım!

وَلَوْ أَنَّ أَهْلَ الْقُرَى آمَنُواْ وَاتَّقَواْ لَفَتَحْنَا عَلَيْهِم بَرَكَاتٍ مِّنَ السَّمَاء وَالأَرْضِ وَلَـكِن كَذَّبُواْ فَأَخَذْنَاهُم بِمَا كَانُواْ يَكْسِبُونَ“O ülkelerin halkı inansalar ve sakınsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket kapıları açardık, fakat yalanladılar, biz de ettikleri yüzünden onları yakalayıverdik.” [Araf 95]

Devamını oku...

İki Devletli Çözüm, Bu Yüzyılın En Büyük Soytarılığıdır!

Hizb-ut Tahrir/ Bangladeş Vilayeti, Prof. Yunus’un BM Genel Kurulu’nda sarf ettiği “Adalet, ancak 1967 öncesi sınırlar temelinde, “İsrail” ve Filistin’in barış içinde yan yana yaşamasıyla sağlanabilir” sözlerini sert bir biçimde kınar. Filistinliler gözlerimizin önünde soykırıma uğrarken, Filistin topraklarının %78’i Yahudiler tarafından gasp edilmişken Yahudi varlığı ile yan yana yaşamaktan bahsetmek adalet olabilir mi? Kendi ordusu bile olmayan, işgalci bir varlığın içindeki birkaç adacığa ‘devlet’ demek nasıl bir aymazlıktır?

Bugün şahit olduğumuz bu soytarılık, bize Yaser Arafat’ın 15 Kasım 1988’de Cezayir’de sahnelediği ‘Filistin Devleti’ ihaneti ve komedisini hatırlatıyor. O da kâğıttan bir devletti. Yıllar süren Oslo müzakerelerinin acı meyvesi ise, Yahudi işgalinin süngüleri altında can çekişen, hiçbir yetkisi olmayan göstermelik bir yönetim olmuştur. Müslümanların Ruveybida yöneticilerinin yanı sıra İslam İşbirliği Teşkilatı ve Arap Ligi Trump’ın açıklamasını memnuniyetle karşıladılar. Filistinli örgütler bile sanki Filistin kurtulmuş da Siyonist varlık yeryüzünden silinip gitmiş gibi bu açıklamayı ‘direnişlerinin bir meyvesi’ olarak görüp sevinç çığlıkları attılar. Bu ne aymazlık!

قَاتَلَهُمُ اللَّهُ أَنَّى يُؤْفَكُونَ“Allah onları kahretsin! Nasıl da döndürülüyorlar!” [Münafikun 4]

ABD’nin mimarı olduğu iki devletli çözüm projesinin perde arkasındaki asıl hedef, gayrimeşru Yahudi varlığını Müslüman coğrafyasında normalleştirmek ve meşrulaştırmaktır. Müslüman ülkelerdeki hain yöneticilerin desteği olmasa, Batı’dan aldığı milyarlarca dolarlık askeri yardıma rağmen bu varlık bir gün bile ayakta kalamaz.

لَنْ يَضُرُّوكُمْ إِلَّا أَذًى وَإِنْ يُقَاتِلُوكُمْ يُوَلُّوكُمُ الْأَدْبَارَ ثُمَّ لَا يُنْصَرُونَ“Onlar incitmekten başka size bir zarar veremezler. Sizinle savaşa koyulurlarsa, geri dönüp kaçarlar. Sonra kendilerine yardım da edilmez.” [Ali İmran 111] Özellikle 1990’larda iki devletli çözüme nüfuz etmeye başlayan ABD, bu süreci, bölgedeki vekili olan “İsrail”in’ konumunu sağlamlaştırarak kendi çıkarlarını ilerletmek için bir enstrüman olarak kullanmıştır. ABD, “İsrail”i askeri olarak güçlü ve komşularıyla daima anlaşmazlık içinde tutarak İslam ümmetinin bölünmüş kalmasını sağlamaktadır. ABD, aynı zamanda “İsrail”in gücünün tüm sistemi sarsacak bir çatışmayı tetiklemesini önlemek için de bir denge kurmaktadır. Bu denge–denetim düzeni, ABD’nin Ortadoğu’daki hegemonyası için kullandığı bir sis perdesidir. Amerika adil bir arabulucu falan değildir; bilakis “İsrail”in Araplara hâkim olduğu, ABD’nin kimi zaman dolaylı olarak İran üzerinden “İsrail”i belli ölçüde kontrol ettiği ve herkesin hâlâ Washington’a bağımlı kaldığı bir ekosistemin yöneticisidir.

Ey Müslümanlar! Birleşik Krallık, Kanada, Avustralya ve Portekiz “Filistin Devleti”ni tanıdı. 22–30 Eylül 2025’te Fransa ve Suudi Arabistan’ın eş-başkanlığında yapılan BM Genel Kurulu’nun üst düzey konferansında başka ülkeler de peşi sıra aynı adımı attılar. Eski küfür başı Britanya ve diğer gayrimüslim ülkelerin, çirkin ve ikiyüzlü yüzlerini hem dünyadan hem de kendi halklarından gizlemek için böylesi bir adım attıkları aşikardır. “İsrail”e’ yönelik askeri desteğin devam ettiğini gösteren çok sayıda haber, bu ikiyüzlülüğü doğrulamaktadır. Örneğin Anadolu Ajansı’nın ülke medyasına dayandırdığı bir habere göre, “Britanya, Gazze’deki katliamın en ateşli anlarında, sadece geçtiğimiz Ağustos ayında “İsrail”e 100.000’den fazla mermi yollamıştır. O ay gidenler arasında tanklar, tüfekler ve envaiçeşit patlayıcı da vardı.” (Manabzamin, 1 October 2025) İşte Filistin’i tanıyanların gerçek yüzü bu!

Her şey, kurnaz emperyalist Britanya’nın 1917’deki aldatıcı Balfour Deklarasyonu ile Osmanlı Hilafet Devletinin bir toprağı olan Filistin’in bir bölümünü Siyonistlere vermesiyle başladı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Britanya iflas bayrağını çekince, Orta Doğu’nun kontrolü ve dünyanın liderliği ABD’ye geçti. O zamandan beri ABD önderliğindeki Batı dünyası, ‘İsrail’e bölgeyi daimî olarak yağmalama hakkı veren bu hileli tuzağın devam etmesi için çalışmaktadır. Bu planın bir parçası olarak şimdi de “Gazze Uluslararası Geçiş Yönetimi (GITA)” adında uluslararası bir yapı kurmayı hedefliyorlar. Bu yapı, beş yıla kadar Gazze’deki “en üst siyasi ve hukuki otorite” olacak şekilde yetkilendirilecek. Yönetimin başına ise, 2003’teki Amerikan’ın Irak işgalindeki rolüyle hatırlanan eski İngiltere Başbakanı Tony Blair’in getirilmesi planlanıyor. (Beyaz Saray’ın, Tony Blair liderliğinde Gazze’de geçici bir yönetim kurulmasını içeren bir planı desteklediği belirtiliyor. The Guardian, 25 September, 2025)

Ey Müslümanlar! Gazze’deki soykırım, uzak diyarlarda yaşanan bir acı ve trajedi değildir; aksine Mübarek toprakta yaşanan ümmetin mücadelesinin en sıcak ve alevli hattıdır. Filistin’deki kardeşlerimiz, geçici bir güç veya dünyalık çıkarlar peşinde değillerdir. Onlar, Müslümanlara ait her karış toprağı canları pahasına koruyan, cani kafirlerin saldırısına karşı ümmetimizin kutsal değerlerini savunan bekçilerdir. İki devletli çözüm, Yahudilerin o Mübarek Toprak üzerindeki hak iddiasını kabul etmek anlamanı gelir ki bu, İslam’a göre haramdır. O topraklar, Sahabelerin ve mücahitlerin kanlarıyla kutsanmış bir mirastır. Orası, dünya Müslümanlarının üçüncü kutsal mabedi ve ziyaretgâhıdır. Orası, Peygamber SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Miraç’a yükseldiği yerdir. Bu nedenle, orası bir İslam toprağıdır, üzerinde pazarlık yapılamaz ve tek bir karışından dahi feragat edilemez.

Bu ümmetin başına gelen en büyük felaket, kahraman ordularımızı kışlalarına zincirleyen yöneticilerdir. Yöneticiler bu orduları, soykırıma uğrayan Müslümanları korumak, ilk Kıblenin statüsünü muhafaza etmek ve Mübarek Toprağı kurtarmak gibi asli görevleri için seferber etmek yerine Batılı güçlerin liderliğindeki BM barış gücü operasyonlarına tahsis etmişlerdir. Yaklaşık bir asır önce Hilafet’in ilga edilmesinden bu yana Müslümanlar etrafında kenetlenecekleri, uğrunda birleşip savaşacakları bir halifeden yoksundur. Nitekim Peygamber SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:

وَإِنَّمَا الْإِمَامُ جُنَّةٌ يُقَاتَلُ مِنْ وَرَائِهِ وَيُتَّقَى بِهِ“İmam ancak bir kalkandır. Arkasında savaşılır ve onunla korunulur.” [Buhari ve Müslim] Bu nedenle dünya çapındaki Müslümanlar, samimi subayları Hizb-ut Tahrir’in liderliğinde Hilafeti yeniden tesis etmek için el ele vermeye çağırıyor. Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurmuştur:

قَاتِلُوهُمْ يُعَذِّبْهُمُ اللهُ بِأَيْدِيكُمْ وَيُخْزِهِمْ وَيَنصُرْكُمْ عَلَيْهِمْ وَيَشْفِ صُدُورَ قَوْمٍ مُّؤْمِنِينَ“Onlarla savaşın ki Allah sizin elleriniz ile onları cezalandırsın, rezil rüsva etsin. Onlara karşı size yardım etsin. Müminlerin kalplerine şifa versin.” [Tevbe 14]

Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER