Cumartesi, 19 Rebiu’s Sânî 1447 | 2025/10/11
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

ABD Stratejisi ve İki Devletli Çözüm

Soru Cevap

ABD Stratejisi ve İki Devletli Çözüm

Soru:

Amerika’nın, Yahudi varlığını İslam coğrafyasının kalbine yerleştirme stratejisinin, tarihsel süreçte büyük ölçüde iki devletli çözüm paradigması üzerine kurulu olduğunu biliyoruz... Ancak Trump döneminde söz konusu stratejiden ya kısmen geri adım atıldığı ya da ya da en iyi ihtimalle rafa kaldırıldığı görülmüş, bu da iki devletli çözümü sorgulanır hale getirmiştir... Örneğin, Trump “Haritaya, Ortadoğu haritasına baktığınızda, İsrail’in bu dev toprak kütlelerine kıyasla küçücük bir nokta olduğunu görürsünüz. O zaman kendi kendime daha fazlasını elde etmenin bir yolu olup olmadığını sordum. Zira gerçekten çok küçük.” açıklamasında bulunmuştur... (19.08.2023 Sky news) Peki tüm bunlar, Amerika’nın iki devletli çözüm projesinin tamamen öldüğü ve artık hükmünü yitirdiği anlamına mı geliyor yoksa hâlâ bir şekilde masada mı tutuluyor? Teşekkürler.

Cevap:

Bu soruya net bir cevap verebilmek için aşağıdaki hususlara bir göz atmamız gerekiyor:

1- 1959 yılında Eisenhower döneminin sonlarına doğru Amerika, (Yahudi varlığını desteklemek, ayakta tutmak ve yanına Filistinliler için bir yapı kurmak şeklinde özetlenebilecek bir) iki devletli çözüm projesini benimsedi. Ardından, başta Mısır rejimi olmak üzere Amerika’nın bölgedeki uşakları, bu ihanet projesini hayata geçirmek üzere faaliyete koyuldu. İşte bu amaçla Filistin Kurtuluş Örgütü kuruldu. Fakat bu Amerikan projesi, Ürdün rejimi üzerinden İngiltere’nin sert bir direnişiyle karşılaştı. İngiltere, Filistin’de yönetim modeli olarak, tıpkı Hristiyanların kontrolündeki laik Lübnan devletine benzer şekilde, Yahudilerin egemen olduğu seküler bir Filistin devleti projesini savundu.

2- Bütün bunlar, Batı Şeria’nın Ürdün’ün, Gazze’nin ise Mısır’ın yönetimi altında olduğu dönemde gerçekleşti. Ancak Haziran 1967’deki tiyatral bir savaşla Batı Şeria, Gazze, Sina ve Golan Tepeleri Yahudi varlığının kontrolü altına girince, tartışmalar, Filistin devletinin kurulmasından ziyade, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 242 sayılı kararı uyarınca Yahudi varlığının bu işgal edilmiş bölgelerden çekilmesine odaklanmaya başladı. Ardından Amerika, Filistin dosyasını bir süreliğine rafa kaldırdı ve tahrik savaşı için (siyasi süreci harekete geçirme amaçlı kontrollü bir savaş) hazırlıklara başladı. Bu bağlamda, barış sürecini harekete geçirmek amacıyla Ekim 1973 savaşı gerçekleşti ve Enver Sedat başkanlığındaki Mısır rejimi, Eylül 1978’de Camp David Anlaşması’nı imzaladı. Yahudi varlığı, bahsi geçen bu anlaşma uyarınca Sina’dan çekildi. Fakat bu çekilme karşılığında Sina, Yahudi varlığının sınırlarını güvence altına alan, askerden arındırılmış bir tampon bölge statüsünde bırakıldı. İşin ironik tarafı, bugün dahi cani Yahudi varlığının Gazze’de, Sina sınırının hemen yanı başında, insanlığa karşı yürüttüğü soykırım savaşına rağmen Sina hala bu statüsünü devam ettirmektedir!

3- Sonrasında Amerika, rotasını kuzeye çevirdi ve Yahudi varlığına, Filistin Kurtuluş Örgütü’nü Lübnan’dan çıkarmak, onu Yahudi varlığını tanımaya zorlamak ve onunla bir barış anlaşması imzalatmak amacıyla 1982’de Lübnan’ı işgal etmesi talimatını verdi. Bu bağlamda, Filistin Kurtuluş Örgütü lideri Yaser Arafat, 25 Temmuz 1982’de ‘McCloskey Belgesi’ olarak adlandırılan metni imzaladı ve belgede “Örgütün İsrail’in varlık hakkını tanıdığını” beyan etti. 1988 yılında ise Yaser Arafat, Cezayir’de düzenlenen Filistin Ulusal Konseyi toplantısında ve ayrıca New York’ta Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada, Filistin devletinin kurulmasını kabul ettiğini açıkladı... Bunun üzerine, aynı yıl Britanya ve onun işbirlikçisi Ürdün Kralı, Batı Şeria ile olan idarî ve siyasî bağların koparılmasını kabul etti.

4- Bundan sonra Amerika, iki devletli çözüm projesini uygulamaya koymak üzere 1991 yılında Madrid Konferansı’nı düzenledi. Ardından Yahudi varlığını resmen tanıması amacıyla 1993 yılında Filistin Kurtuluş Örgütü ile Yahudi varlığı arasında Oslo Anlaşması imzalandı... Aynı şekilde, Ürdün’ün kendisine bağlı olan Batı Şeria’dan vazgeçmesi ve sonra da Yahudi varlığını tanıdığını ilan etmesi amacıyla Yahudi varlığı ile Ürdün arasında 26 Ekim 1994 yılında Vadi Araba Anlaşması imzalandı... Amerika, iki devletli çözüm projesini yürürlüğe koymak amacıyla her iki anlaşmaya da (Oslo ve Vadi Araba) sahiplendi ve bünyesine aldı... 2008’in sonunda Bush döneminin sona ermesinin ardından Washington’da Obama yönetimi işbaşına geldi. Obama, iki devletli çözümü bir yıl içinde uygulama koyma ümidiyle, 2 Eylül 2010’da Amerikan himayesinde Filistin Yönetimi ile Yahudi varlığı arasında doğrudan müzakerelerin başlamasını istedi... Fakat müzakereler herhangi bir anlaşmaya varılamadan sona erdi.

5- Obama’nın iki başkanlık döneminin 2016 sonunda sona ermesinin ardından 2017 başında Trump göreve geldi. İlk başkanlık döneminin ardından seçimleri kaybeden Trump, koltuğunu 2021 başında Joe Biden’a devretti. Biden döneminin sona ermesinin ardından yapılan seçimlerde Trump’ın bir kez daha zafer elde etmesiyle 2025 başında yeniden ABD başkanı oldu.

Gerek Trump gerekse Biden dönemlerinde, önceki Amerikan başkanlarından farklı bir üslup izlendiği görüldü. Zira önceki başkanlar, Amerika’nın iki devletli çözüm yaklaşımını duyurduğu ilk andan itibaren genellikle bu çözüme atıfta bulunurlar, ancak kurulması planlanan Filistin devletinin detaylarına pek girmezlerdi... Bu yüzden dar görüşlüler, iki devletli çözümün Filistin topraklarının bir parçası üzerinde Filistinlilere tam egemenliğe sahip bir devlet bahşedeceği gibi boş bir hayale kapıldılar... Fakat Trump ve Biden işbaşına gelince, biraz detaya girip Filistinlilere verilecek devletin; silahsızlandırılmış, sınırlı bir özerk yönetime benzeyen, gücü ve kudreti olmayan, hatta Yahudilerin egemen olduğu bir devlet olduğunu açıkladılar. Aralarında ise sadece söylem netliği veya muğlaklık düzeyi bakımından bazı farklılıklar bulunmaktaydı! İşte bu noktada şu sorular gündeme geliyor: Amerika’nın iki devletli çözüm projesi fiilen sona erdi mi, yoksa sona ermeyip hala yürürlükte mi? Şunu da belirtmek gerekir ki, Yahudilerin Filistin hakkında yaptıkları açıklamaların, insanların (Amerika’nın) ipiyle birlikte ancak bir ağırlığı ve kıymeti harbiyesi vardır. Dolayısıyla, asıl incelenmesi gereken Amerika’nın yaptığı açıklamalardır.

6- Konu dikkatli bir şekilde irdelenip analiz edildiğinde aşağıdaki hususların açığa çıktığı görülür:

A- Trump’ın ilk başkanlık görevine başlamasının hemen ardından, 23 Şubat 2017 tarihinde iki devletli çözüm hakkında yayınladığımız bir Soru Cevap’ta şu ifadeler yer almıştı:

“1- ABD Başkanı Trump’ın tüm uluslararası ve yerel medya organlarının aktardığı ve canlı olarak yayınlanan açıklamalarının metni şöyledir: “Başkan Donald Trump, çarşamba günü yaptığı bir açıklamayla Amerika’nın geleneksel Ortadoğu politikasından ayrıldığının sinyalini verdi. Trump, İsrail-Filistin sorununu çözmek için iki devletli çözümün tek yol olmadığını vurgulayarak, barış getirecekse farklı alternatiflere de açık olduğunu belirtti. Cumhuriyetçi ya da Demokratlardan olsun önceki tüm ABD başkanları, iki devletli çözümü savunmuşlardır. (16.02.2017 France 24) Trump, “İki devlete ve tek devlete bakıyorum. Benim hoşuma gidecek olan iki tarafın da hoşuna giden olur. Benim için ikisi de uyar... İsrail ve Filistin neyden mutlu ise ben de ondan mutlu olurum” dedi. (16.02. 2017 el-Cezire Mübaşir) İlk kez Trump’ın ortaya atıp da içini doldurmadığı ABD’nin tek devlet çözümü, tek bir Yahudi devleti çatısı altında Filistinlilere özerklik verilmesi anlamına mı geliyor? Yoksa bu, Filistinlilerin Yahudi devleti yönetimine ortak olduğu, 1939 yılında İngiltere’nin Beyaz Kitap’ta önerdiği ve İngiliz projesiyle benzerlik arz eden Lübnan tarzı seküler bir devlet modeli midir belirsizdir? İki devletli çözüm projesinin, aslında katıksız bir Amerikan projesi olduğu, ABD’nin bu projeyi 1959 yılında Cumhuriyetçi Başkan Eisenhower döneminde ortaya attığı, sözde uluslararası topluma kabul ettirdiği ve İngiltere’nin önerisi tek devletli çözüme darbe vurduğu biliniyor. Fakat her ne olursa olsun, bu açıklamalar ve bağlamları dikkatle incelendiğinde, Amerika’nın iki devletli çözüm projesinden vazgeçmediği anlaşılır. Nitekim ABD’nin Birleşmiş Milletler Daimî Temsilcisi Nikki Haley, BM Güvenlik Konseyi toplantısının ardından gazetecilere yaptığı açıklamada, “Her şeyden önce kesinlikle biz İki devletli çözümü destekliyoruz. Amerika’nın iki devletli çözümü desteklemediğini söyleyenler yanılmış olur... Kesinlikle iki devletli bir çözümü destekliyoruz. Ama aynı zamanda da, ‘iki tarafı masaya getirmek için neler yapılmalı? Tarafların anlaşması için nelere ihtiyacımız var?’ gibi sorular temelinde kalıpların dışında da düşünüyoruz” dedi. (16.02.2017 Reuters) Bütün bunlar, Trump’ın, Amerika’nın 1959’dan beri resmi politikası olan iki devletli çözümden aslında vazgeçmediğini, sadece baskı kurmak amacıyla farklı bir taktik denemek istediğini gösteriyor... Nitekim ABD büyükelçisi Haley de “Kesinlikle iki devletli çözümü destekliyoruz fakat aynı zamanda kalıpların dışında da düşünüyoruz.” diyerek, farklı bir taktik deneyeceklerini söyledi.

B- Cumhuriyetçi Trump’ın hem ilk hem de ikinci başkanlık dönemlerinde Yahudilere yönelik destek açıklamalarında belirgin bir artış gözlemlendi.

* “ABD Başkanı Donald Trump, Kudüs’ü resmen “İsrail”in başkenti olarak tanıdıklarını duyurdu. Trump, iki devletli çözüm politikasını tamamen terk etmediklerini, ancak bu desteğin ancak her iki tarafın da (“İsrailliler” ve Filistinliler) bunu onaylaması şartına bağlı olduğunu vurguladı...” (06.12.2017 BBC)

*ABD Başkanı Trump, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu toplantıları marjında yaptığı açıklamada, “Filistinliler ve “İsrail” için en iyi seçeneğin iki devletli çözüm olduğuna inandığını” belirtti ve “İlk başkanlık dönemim sona ermeden önce bunu başarabilmek benim en büyük hayalim.” diye de ekledi. (26.09.2018 BBC)

* ABD Başkanı Trump, “Haritaya, Ortadoğu haritasına baktığınızda, İsrail’in bu dev toprak kütlelerine kıyasla küçücük bir nokta olduğunu görürsünüz. O zaman kendi kendime daha fazlasını elde etmenin bir yolu olup olmadığını sordum. Zira gerçekten çok küçük.” açıklamasında bulundu... (19.08.2023 Sky news)

* “Pazar günü Super Bowl’a katılmak üzere Florida’dan New Orleans’a giderken, Air Force One uçağında basın mensuplarına açıklamalarda bulunan Trump, Gazze’yi kontrol etme ve Filistinlileri zorla göç ettirme planına bağlı olduğunu bir kez daha vurguladı.” (10.02.2025 BBC) On gün sonra yaptığı bir başka açıklamada ise, Filistinlilerin Gazze’den zorla tehcirine yönelik bir planı dayatmayacağını, bunun yalnızca bir ‘öneri’ olarak gündeme getirileceğini ifade etti. (21.02.2025 CNN) Bu, basitçe bir kelime oyunundan ibarettir. Buna düpedüz laf cambazlığı denir!

C- Öte yandan, Demokrat Partili Biden’ın açıklamalarına bakıldığında, Yahudileri destekleme konusunda bazen Trump’ın yaptığı açıklamaları bile solladığı görülür:

* Trump’ın seçimleri kaybedip 2021’in başında koltuğu Biden’a devretmesiyle birlikte, Amerika yeniden, bir şekilde şekli ve coğrafi konumu tanımlanmayan bir Filistin devletinin kurulması fikrini dile getirmeye başladı. Nitekim ABD Başkanı Joe Biden, 3 Eylül 2024’te gazetecilere yaptığı açıklamada, “İki devletli çözümün farklı modelleri var. Birleşmiş Milletler üyesi olan, ama bir ordusu bulunmayan birçok ülke var” dedi. Yani Biden, Filistinliler için o modellerden, silahlı kuvvetleri olmayan bir devlet modeline, yani bir özerk yönetime veya benzeri yapıya atıfta bulunmaktadır!

* Aksa Tufanı operasyonunun ardından 18 Ekim 2023 tarihinde Tel Aviv’i ziyaret eden ve Yahudi yetkililerle görüşen ABD Başkanı Biden, yaptığı açıklamada, ““İsrail”, Yahudiler için yeniden güvenli bir yer olmalı. Bir “İsrail” olmasaydı, bir tane icat etmek zorunda kalırdık.” ifadelerini kullandı. (18.10.2023 El Cezire)

* Beyaz Saray’da gerçekleştirilen Hanuka (Yahudi Işık Festivali) resepsiyonunda konuşan ABD Başkanı Biden, “Siyonist olmak için Yahudi olmak zorunda değilsiniz ve ben bir Siyonist’im” dedi. (12.12.2023 Şarku’l Avsat)

7- Daha önce yayınlanan Soru-Cevap, bu açıklamalar ve tutumlar dikkatle incelendiğinde, Trump ile Biden’ın pozisyonları arasında, konunun özüne zerre kadar etki etmeyen bazı taktiksel ve üslupsal farklılıklar dışında ciddi bir fark olmadığı anlaşılır... Dolayısıyla ABD, bu meseleyi iki devlet paradigması çerçevesinde yürütmektedir: Bir tarafta, Filistin’in büyük bölümünde, kendisini mali, askeri ve uluslararası alanda desteklediği, hatta Müslüman ülkelerdeki ajanı ve uşağı olan yöneticiler aracılığıyla bölgesel olarak da desteklediği bir Yahudi devleti... Diğer tarafta ise, Filistin’in geriye kalan küçücük bir toprak parçası üzerinde, silahsızlandırılmış, egemenliği Yahudilerin elinde olan ve adı ‘devlet’ ama aslında ‘özerk yönetimden’ farksız olan bir Filistin yapısı! “Filistin Yönetimi ya da ajan yöneticiler” ona Filistin devleti deseler de bu, hakikati değiştirmez. Zira Amerika, Filistin’in küçücük bir parçası üzerinde bile olsa tam egemenliğe sahip bir devletten ziyade Yahudi hegemonyası altında silahsız ve sadece polis gücüne izin verilen bir özerk yönetime benzer bir yapı arzulamaktadır! Hem Trump hem de Biden dönemlerinde, her ne kadar Trump döneminde daha belirgin olsalar da, Yahudi varlığını sağlamlaştırmaya yönelik yukarıda zikrettiklerimizi teyit eden iki temel faktör ön plana çıkmıştır:

Birincisi, bugün bile hâlâ devam eden bu faktör, Yahudi varlığının güçlendirilmesi ve çevresindeki tüm ülkelere karşı askeri üstünlük sağlayan büyük bir güç olarak devam etmesi amacıyla para ve silahla desteklenmesi üzerine kuruludur.

İkincisi ise, Trump’ın ‘Abraham Anlaşması’ adını verdiği normalleşme sürecidir. Trump, ilk başkanlık döneminde normalleşme sürecinde önemli bir mesafe kat etmişti, şimdi ise bu süreci tamamlamayı istemektedir. Bu amaçla Amerikalı diplomatlar, yalnızca Suudi Arabistan’ı söz konusu “Abraham” Anlaşmalarına katılmaya ikna etmek için değil, aynı zamanda Yahudi varlığı ile Suriye ve Lübnan arasında hâlihazırda yürütülmekte olan müzakerelere yol açmak ve fiilen altyapısını yapmak amacıyla bölgede yoğun bir mekik diplomasisi yürütmektedir. Amerika, Müslüman ülkelerindeki diğer işbirlikçi yöneticileri de kapsayacak şekilde çemberi genişletmek istemektedir!

Netice itibarıyla, Amerika, iki devletli çözüm politikasından vazgeçmemiştir. Sadece Trump ve Biden dönemlerinde Filistin devleti dedikleri şeyin, Yahudilerin hegemonyası altında bir tür özerk yönetimden ibaret olduğunu açıklamıştır... Önceki başkanlar ise, Filistinliler için istedikleri devletin mahiyetine (özünün ne olduğuna) girmeksizin yalnızca iki devletli çözümden bahsetmişlerdir!

8- Son olarak, şüphesiz Filistin, Müslümanların tarihinde paha biçilmez bir inci gibidir. Yüce Allah, bir gece Rasûlü SallAllahu Aleyhi ve Sellem’i Mekke’deki Mescid-i Haram’dan Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya götürerek, Filistin ile Mescidi Haram’ı tek bir bağ ile birbirine bağlamıştır.

سُبْحَانَ الَّذِي أَسْرَى بِعَبْدِهِ لَيْلاً مِّنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ إِلَى الْمَسْجِدِ الأَقْصَى الَّذِي بَارَكْنَا حَوْلَهُ “Kulunu bir gece Mescidi Haram’dan, kendisine bir kısım ayetlerimizi göstermek için, çevresini mübarek kıldığımız Mescidi Aksa’ya götüren Allah’ın şanı yücedir.” [İsra 1] Böylelikle Filistin’i temiz ve mübarek bir toprak kılmıştır. Yüce Allah, Hicret’ten on altı ay sonra Müslümanları ikinci kıblelerine (Kâbe’yi Şerif) yöneltmeden önce Beyt’ül Makdis’i ilk kıbleleri kılarak Müslümanların yüreğini Filistin’in kalbine (Beyt’ül Makdis) bağlamıştır. Bu olay, Filistin, İslam’ın hâkimiyeti altına girmeden önce gerçekleşmiştir. İkinci Halife Ömer bin Hattab RadıyAllahu Anh hicretin 15. yılında Filistin’i fethederek Sofronius’tan teslim almış ve kendisine tarihe altın harflerle yazılan o meşhur ‘Ömer Ahitnamesini vermiştir. Bu ahitnamede, oradaki Hristiyanların isteği üzerine, orada ‘kendileriyle birlikte Yahudilerin yaşamaması’ şartı ve hükmü yer almaktadır... Daha sonra Filistin, Haçlılara ve Moğollara mezar oldu... Filistin’de Hittin (H.583 M.1187) ve Ayn Calut (H.658 M. 1260) gibi Haçlılara ve Moğollara karşı kritik savaşlar yaşandı. Allah’ın izniyle, bu muharebeleri Filistin’i saf ve temiz bir şekilde tekrar İslam yurduna döndürmek için Yahudilere karşı nihai ve belirleyici başka savaşlar izleyecektir.

Yahudi varlığının Filistin’de günümüze değin varlığını sürdürmesi, güçlü olmalarından kaynaklanmamaktadır. Zira Yahudiler, savaş ve zafer topluluğu değildir. Nitekim Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurmuştur:

لَنْ يَضُرُّوكُمْ إِلَّا أَذًى وَإِنْ يُقَاتِلُوكُمْ يُوَلُّوكُمُ الْأَدْبَارَ ثُمَّ لَا يُنْصَرُونَ  “Onlar incitmekten başka size bir zarar veremezler. Sizinle savaşa koyulurlarsa, geri dönüp kaçarlar. Sonra kendilerine yardım da edilmez.” [Ali İmran 111] Aksine onların ayakta kalmaları ve varlıklarını sürdürmeleri, Müslüman ülkelerdeki yöneticilerin vurdumduymazlığından ve gevşekliğinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla Müslümanların esas trajedisi ve musibeti, yöneticileridir; çünkü onlar, İslam ve Müslüman düşmanı sömürgeci kâfirlerin bir numaralı dostudurlar... Bu yöneticiler, Yahudi varlığının Filistin’i işgal ettiğini, vahşice suçlar işlediğini ve her türlü katliamı yaptığını hem görüyor hem de duyuyorlar ama buna rağmen, sanki hiçbir şey görmemiş ve duymamış gibi üç maymunu oynuyorlar.

صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ فَهُمْ لَا يَرْجِعُونَ “Onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple onlar geri dönemezler.” [Bakara 18] Yöneticiler, günden güne şehit ve yaralı sayısı çığ gibi büyüdüğü ve çoğaldığı halde bugüne değin orduların Haşim Gazze’deki kardeşlerinin yardımına koşmasını engellemişlerdir... Yöneticiler, olup biteni sadece izliyorlar. İçlerinden en aklı başında olanları ise, şehitlere ölü, yaralılara da yaralı diyorlar; güya tarafsız biriymiş gibi davranıyorlar ama aslında Yahudilere daha yakındırlar! Kuşkusuz onlar, ‘koltuk’ sevdasını ülkelerinden ve halklarından daha üstün tutmaktadırlar! Ancak yine de bu ümmet, insanlık için çıkarılmış en hayırlı ümmettir. Allah’ın izniyle, bu Ruveybidaların ceberut saltanatına uzun süre sessiz kalmayacaktır. Zira İmam Ahmed ve Tayalisi’nin Müsned’lerinde Huzeyfe b. Yemân’dan rivayet ettiği bir hadiste, Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem, bu ceberut saltanattan sonra Raşidi Hilafetin geri döneceğini müjdeledi:

ثُمَّ تَكُونُ مُلْكاً جَبْرِيَّةً، فَتَكُونُ مَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ تَكُونَ، ثُمَّ يَرْفَعُهَا إِذَا شَاءَ أَنْ يَرْفَعَهَا، ثُمَّ تَكُونُ خِلَافَةٌ عَلَى مِنْهَاجِ نُبُوَّةٍ  “Daha sonra ceberut bir saltanatlık olacaktır. O da Allah’ın dilediği kadar olacak, sonra kaldırmak istediği zaman da kaldıracaktır. Sonra, nübüvvet metodu üzere bir Hilafet olacaktır.” İşte o gün geldiğinde, Müslümanlar yeniden izzete kavuşacak, kâfirler ise zillete mahkûm olacaklardır!

وَيَوْمَئِذٍ يَفْرَحُ الْمُؤْمِنُونَ * بِنَصْرِ اللَّهِ يَنْصُرُ مَنْ يَشَاءُ وَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ “O gün Allah’ın zafer vermesiyle müminler sevinecektir. Allah, dilediğine yardım eder. O, mutlak güç sahibidir, çok merhametlidir.” [Rum 4-6] İşin garip ve şaşırtıcı yanı, kâfirler ve özellikle de Yahudiler, günümüz Müslümanlarının birçoğunun idrak ettiğinden daha fazla bu gerçeği idrak etmektedir... Yahudiler, Hilafet’in kendi sonları ve yıkımları anlamına geldiğinin çok iyi bilincindedir. Nitekim Yahudi varlığı Başbakanı, 21 Nisan 2025’te El Cezire dahil çeşitli medya kuruluşları tarafından canlı yayınlanan basın toplantısında, “Birkaç kilometre ötemizde Akdeniz kıyılarında bir halifelik kurulmasına izin vermeyeceğiz... Ne burada ne de Lübnan’da bir Hilâfet Devleti’nin kurulmasını asla kabul etmeyeceğiz. “İsrail”in bekasını garanti altına almak için elimizden geleni yapacağız.” dedi. Ancak onlar hoşlanmasa da Allah’ın izniyle Hilafet mutlaka kurulacak ve onları bu temiz ve mübarek topraktan silip atacaktır. Çünkü Allah Subhânehu ve Teâlâ’ya sadık, Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e karşı dürüst ve samimi bir parti olan Hizb-ut Tahrir, Allah’a verdikleri söze sadık ve Allah’ın zaferine inanan yiğitlerle birlikte, Hilafeti kurma çalışmalarına önderlik etmektedir.

وَاللَّهُ غَالِبٌ عَلَى أَمْرِهِ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ “Allah, işinde galiptir, fakat insanların çoğu bunu bilmezler.” [Yusuf 21]

H.10 Rabiu’l Evvel 1447
M.02 Eylül 2025

 

Devamını oku...

Pakistan, Afganistan'a Karşı Amerikan Projesini Yeniden Hayata Geçiriyor!

  • Kategori Haber ve Yorum
  •   |  

Haber-Yorum

Pakistan, Afganistan'a Karşı Amerikan Projesini Yeniden Hayata Geçiriyor!

Haber:

Pakistan ordusuna ait insansız hava araçlarının Afganistan'ın Host ve Nangarhar illerinde düzenlediği hava saldırılarında aynı aileden üç çocuk öldü ve aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu beş kişi yaralandı.

Yorum:

Bölgedeki son gelişmeler, Pakistan'ın ABD'nin yönlendirmesiyle Afganistan ile ilgili yeni bir projeyi başlattığına işaret ediyor.Bu proje, Washington'un bölgedeki bağımsız her türlü İslami hareketleri bastırma yönündeki uzun süredir devam eden politikasının bir devamı olup şu anda daha yoğun ve koordineli bir şekilde uygulanmaktadır.Pakistan'ın son dönemdeki askeri, diplomatik ve istihbarat hamleleri, ülkenin Afganistan üzerinde baskı kurma aracı rolünü üstlendiğini gösteriyor.

Pakistan ordusu komutanı Asim Munir'in ABD'ye yaptığı son ziyaretler ve İslamabad'da Amerikan ve Pakistanlı yetkililer arasında yapılan üst düzey toplantıların Washington'un Afganistan'da bırakılan askeri teçhizatı geri almak için yaptığı taleple aynı zamana denk gelmesi, bu projenin bir parçasını oluşturuyor.Bu toplantılardan kısa bir süre sonra, Pakistan ordusunun Afganistan sınır bölgelerine hava saldırıları düzenlemesi, gizli anlaşmaların ne kadar da çabuk operasyonlara dönüşebileceğini göstermektedir.Afganistan sınırına yakın Pakistan Talibanı hareketinin mevzilerine yönelik saldırılar, ABD istihbarat işbirliği olasılıklarını güçlendirmektedir.Aynı zamanda ABD, terörle mücadele operasyonları lehine Koalisyon Destek Fonu'nu kısmen yeniden faaliyete geçirerek Pakistan'a yeni mali teşvikler sunmaktadır. Bu arada ordu komutanı da dahil olmak üzere Pakistanlı yetkililer, İslam'a karşı mücadelede Pakistan'ın rolünü vurgulayarak, Washington'a bu yenilenen ortaklığın olumlu bir imajını sunmaya çalışıyorlar.

Bu projenin ana hedefi açıktır: Bu da Taliban'a baskı uygulamak, bölgedeki İslamcı hareketleri kontrol altına almak, Pakistan'ın askeri odağını batıya kaydırarak Hindistan'ı güvence altına almak ve Batı hegemonyasındaki dünya düzenine meydan okuyabilecek herhangi bir köklü dönüşümün ortaya çıkmasını önlemektir.Pakistan, bir kez daha ulusal çıkarları güvence altına alma sloganı altında, istikrarsızlığı daha da artıracak, vekalet savaşlarını uzatacak ve İslam ümmetini zayıflatacak bir projeye katılmaktadır.

Bu eğilim devam ederse bölgedeki İslamcı hareketler, yabancı bir düşmanın değil, paralı asker olan komşusunun tehditleriyle karşı karşıya kalacaklardır.Bu gerçekliğe karşı koymanın tek yolu, Pakistan'ın sözde “ulusal politikalarına” yapışmak yerine, Raşidi Hilafeti kurmak yoluyla bölgede siyasi ve coğrafi bir dönüşüm gerçekleştirmektir.

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan

Yusuf Arslan - Afganistan

Devamını oku...

Yahudilerin Saflarının Bölünmesine Güvenmek, Gazze’ye Yönelik Yeni Bir İhanettir!

  • Kategori Haber ve Yorum
  •   |  

Haber-Yorum

Yahudilerin Saflarının Bölünmesine Güvenmek, Gazze’ye Yönelik Yeni Bir İhanettir!

Haber:

Bir ankete göre, Yahudilerin %56'sı yurtdışına seyahat etmekten korktuklarını, %67'sinin hükümetin kendilerini temsil etmediğine inandıklarını ve %62'sinin de rehinelerin serbest bırakılmasını da içeren, kendi varlıkları ile Hamas hareketi arasında kapsamlı bir ateşkes anlaşmasını destekledikleri ortaya çıkmıştır; Anketin ayrıntılarını dün yayınlayan “İsrail zamanları” web sitesi, Yahudilerin çoğunluğunun, varlıklarına yönelik küresel eleştirilerin artması, uluslararası izolasyonun devam etmesi ve Gazze'de süren savaş nedeniyle yurtdışına seyahat edemediklerini ifade ettiklerini açıkladı. (El Cezire)

Yorum:

Yahudi varlığı Batı Şeria ve Gazze'de soykırım, cinayet ve yerinden etme gibi suçlara devam ederken Müslüman ülkelerdeki Arap ve resmi medya, Yahudi varlığını sanki içten çökmekteymiş gibi gösteren bu anketler gibi haberlere odaklanıyorlar.Aynı şekilde bu durum, Eğitim Bakanı Yoav Kisch ile esirlerin aileleri arasında yapılan toplantıdan sızan son bilgilerde de açıkça görülmekte olup bu bilgiler, işgalci varlığın içerisindeki derin çatlakları ve çöküşü ortaya koymaktadır;zira Bakan, hükümetin izole olduğunu ve yetersizliği nedeniyle savaşın bu şekilde devam ettiğini açıkça itiraf ederken aileler onu cehalet ve marjinalleştirmekle suçlamakta ve başarısız politikalarıyla evlatlarını ölüme maruz bıraktığını iddia etmektedir.İbranice Kanal 12 bu itirafları yayınlayarak kararları dar bir azınlıkla sınırlı, Yahudi toplumundan ve uluslararası çevreden izole edilmiş felçli bir hükümet ortaya çıkarmıştır.

Yahudi varlığı içindeki bu bölünmeler ve protestoların, yapısındaki gerçek bir kırılganlığı temsil ettiği ve uzun bir savaşın baskısı altında heterojen toplumunun yaşadığı erozyonu yansıttığı konusunda şüphe yoktur. Ancak üzücü olan şey, Gazze'yi yüzüstü bırakan Arap ve Arap olmayan medya figürleri ve politikacıların, oradaki mazlumlara yardım etme sorumluluğunu yüklenmek ve mübarek topraklar ile Aksa eş-Şerif'i kurtarmak için orduları harekete geçirmek yerine, bu bölünmeleri bir pazarlık kozu olarak kullanarak ölüm makinesini durdurmayı umut etmeleridir!Böylece onlar, Netanyahu'nun düşüşünü, ordunun kafa karışıklığını veya iç protestoları Gazze halkı için bir kurtuluş yolu gibi tasvir ediyorlar!

Böyle bir güven, sadece görevden kaçmak ve acziyeti ve ihaneti haklı göstermekle kalmaz, bilakis aynı zamanda kardeşlerinin zulüm gördüğüne tanık olmaktan dolayı öfkeyle kaynayan İslam ülkelerindeki sokağı yanlış yönlendirmek ve yatıştırmak anlamına da gelmektedir; eğer yöneticilerinin ihaneti ve Yahudilerin yanında yer almaları olmasaydı, onlar kardeşlerine yardım ederlerdi.Ümmet, mübarek topraklar meselesinin Yahudilerin siyasi krizlerine veya Netanyahu'nun geleceğine indirgenmediğini ve indirgenmeyeceğini, bilakis meselenin özünün ümmet ile İslam dünyasının kalbi olan mübarek Filistin toprağını sömürgecinin işgalini temsil eden kafir Batı arasındaki bir çatışma olduğunu fark etmektedir.Kanları ve kararlılıklarıyla Gazze halkı, ümmet ile Haçlı dünyasının desteklediği Yahudiler arasındaki gerçek çatışmanın dengesini kuran öncü bir güç olup onlar, düşmanın iç çekişmelerine seyirci kalmıyorlar.

Yahudi varlığının saflarının bölünmesi üzerine bahis oynamak, gerçekte Gazze'ye yönelik başka bir ihaneti yansıtmaktadır; çünkü düşmanın kendi kendini yok edeceği vehimleri, Müslüman orduların yardım etme göreviyle yer değiştirmiştir.Bu arada İşgalin, sadece protestolarla veya işgal altındaki geçici siyasi krizlerle değil ancak Müslüman orduların darbeleriyle yıkılabileceği kanıtlanmış bir gerçektir.قَاتِلُوهُمْ يُعَذِّبْهُمُ اللَّهُ بِأَيْدِيكُمْ وَيُخْزِهِمْ وَيَنْصُرْكُمْ عَلَيْهِمْ وَيَشْفِ صُدُورَ قَوْمٍ مُؤْمِنِينَ * وَيُذْهِبْ غَيْظَ قُلُوبِهِمْ وَيَتُوبُ اللَّهُ عَلَى مَنْ يَشَاءُ وَاللَّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌOnlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın; onları rezil etsin; sizi onlara galip kılsın ve mümin toplumun kalplerini ferahlatsın ve onların kalplerindeki öfkeyi gidersin. Allah, dilediğinin tövbesini kabul eder. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” [Tevbe 14-15]

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan

Bilal Muhacir – Pakistan

Devamını oku...

Medya, Müslümanları Cihat Konusunda Yanıltmaya Devam Ediyor

  • Kategori Makaleler
  •   |  

Medya, Müslümanları Cihat Konusunda Yanıltmaya Devam Ediyor

Kiralık kanallar, izzetli Gazze'deki savaşçıların cesaretini ve kararlılığını gösteren günlük sahneleri yayınlayarak, Yahudi varlığı adına uluslararası ittifakla savaşan bir avuç mücahidin savaşının gelişmelerini ve sonuçlarını ortaya koymayı amaçlamakta ve oradaki mücahitlerin kahramanlığını överek, Yahudi ordusunu hala yenebilecek ve onu mağlup edebilecek durumda olduklarını söylemektedirler.

Ancak bu kanallar, Müslümanlardan, mücahitlerin düşmanın saldırıları nedeniyle zorluklar ve sıkıntılarla karşı karşıya olduklarını ve görevlerini yerine getirmenin kolay olmadığını, özellikle de yaklaşık iki yıldır tek başlarına savaştıklarını gizlemektedirler. Daha da tehlikeli olan bir başka gerçek ise, bu görüntüler dünyanın mücahitlerin güvende ve kendi kendilerine yetebildiklerini, Müslümanların yardımına veya desteğine ihtiyaç duymadıklarını düşünmesine neden olmaktadır. Onların karşılaştıkları tehlikeler, katlandıkları çatışmanın uzunluğu ve kabul etmek zorunda kaldıkları anlaşmalar, ateşkesler ve diğer şeyler, mücahitlerin kahramanlıklarını izleyen ve onlardan sevinç duyan İslam ümmetinin sorumluluğundadır. İslam ümmeti, Allah’a ve kısıtlı kaynaklarına güvenen mücahitlere karşı hiçbir sorumluluk veya merhamet duymamaktadır. Bu durum da, kanlar dökülmeye devam ederken, düşmanın da daha fazla toprak ele geçirerek, zaman ve parayla mümkün olduğunca hızlı ve geniş bir şekilde yayılmasına sebep oluyor.

Medyanın bu ilgisiyle kastedilen, Filistin davasına ve vacip olan şey hakkında uyarıda bulunmak da dahil olmak üzere İslam'ın kaçınılmaz görüşüne dikkat çekmek değildir; aksine bu medyanın istediği şey, geleceğini herhangi bir ortaklık olmadan tam bir güce ve nüfuza sahip özgür bir ülke olarak gören Yahudi varlığının gündeminde yer almamasına rağmen Müslümanların zihnine iki devletli çözüm fikrini yerleştirmektir. Zira bu planlar, medyanın halkları uyuşturduğu ve Yahudi varlığına krizlerini çözme şansı verdiği bir sakinleştirici olmaktan öteye geçmeyen Oslo Anlaşması ile çelişmekte ve onu iptal etmektedir.

Tüm bunlardaki medyanın önemi nedeniyle, Amerika medyaya istediğini gerçekleştirmek için bir araç olarak tutunmakta ve istediği gibi suç işlemesi için ona alan açmaktadır.

Gazze halkının, ölüm, açlık, yıkım ve tehdit altında inim inim inlediği bir zamanda, küresel olarak belgelenen bu sahnelerden dolayı ah vah etmek ve gözyaşı dökmek hiçbir fayda sağlamayacağı gibi ümmetin mücahitlerin zaferlerini izlemekle yetinip sevinmesi ve bununla gurur duyması da hiçbir fayda sağlamayacaktır; zira bu, sadece duygulara güvenmek yerine eylemi, dahası hızlı bir eylemi gerektiren akidevi İslami bir davadır.

Ey Müslümanlar: Gazze'deki mücahitlerimize destek verilmesini engelleyenlerin sizin yöneticileriniz olduğunu biliyorsunuz; zira bu yöneticiler sınırların ve ülkelerinin bölünmelerinin muhafızlarıdırlar ki bunlar da, sizin vacibinizi ve farzınızı yerine getirmenizi engelleyen nedenlerdir. Bu yüzden çatışmada düşmanı tek başına bırakmak ve ona acı tattırmak için bu yöneticileri kaldırıp atmak için çalışmak gerekir ki bunun da Gazze halkı, mücahitleri ve sabırlı insanları, Allah ile karşılaşacağınız güne kadar sizi lanetlemeden önce olması gerekir; zira o gün, hesaplaşma çok kötü olacaktır.

Ümmetin kaçınılmaz olan vacibi, bu medya bağımlılığı zincirlerinden kurtulmaktır; zira medya ve onun hedeflerine bağlı kalmak, düşmanın getireceği planlara ve çözümlere teslim olmak demektir. Bu medyaya teslim olmak, ümmetin bölünmesini önlemek için harekete geçmemek ve ümmetin mevcut durumuna, donukluğuna, kararının çalınmasına ve gücünün boşa harcanmasına son verip onun ihtişamını yeniden kazandıracak eylemi taşıyacak bilinçten aciz olarak kalmaya devam etmesi anlamına gelmektedir; ümmet ise, hayatında ve siyaset, ekonomi, içtimai ve askeri gibi tüm alanlarında Allah’ın indirdikleriyle hükmetmedikçe ihtişamını yeniden kazanamayacaktır… Allah'ın indirdikleriyle hükmetmek ise, ancak Nübüvvet Minhacı üzere Raşidi Hilafet Devleti'nin kurulmasıyla olacaktır.

Allahu Teala şöyle buyurmuştur: وَمَا كَانَ لَهُم مِّنْ أَوْلِيَاء يَنصُرُونَهُم مِّن دُونِ اللَّهِ وَمَن يُضْلِلِ اللَّهُ فَمَا لَهُ مِن سَبِيلٍ * اسْتَجِيبُوا لِرَبِّكُم مِّن قَبْلِ أَن يَأْتِيَ يَوْمٌ لَّا مَرَدَّ لَهُ مِنَ اللَّهِ مَا لَكُم مِّن مَّلْجَأٍ يَوْمَئِذٍ وَمَا لَكُم مِّن نَّكِيرٍOnların Allah’tan başka kendilerine yardım edecek dostları da yoktur. Allah, kimi saptırırsa artık onun için hiçbir çıkar yol yoktur.
Allah’ın bir daha geri çevirmeyeceği o dehşetli gün gelip çatmadan Rabbinizin çağrısına uyun. Yoksa o gün ne sığınacak bir yeriniz olur, ne de kendinizi gizlemeye ve günahlarınızı inkâr etmeye bir yol
.” [Şûra 46-47]

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan

Ümmü Osman Sebatin – Mübarek Toprak (Filistin)

Devamını oku...

Sudan ve Mısır Yöneticilerinin Rönesans (Hedasi) Barajı Konusundaki Girişimleri, Nil Vadisi Sakinlerinin Su Güvenliğini Heba Etmektedir

Mısır ve Sudan Dışişleri ve Su İşleri Bakanlarından oluşan ve 2+2 olarak ikili istişare mekanizması 3 Eylül 2025 Çarşamba günü Kahire’de Dışişleri Bakanlığında bir toplantı düzenledi. Toplantıda Hedasi Barajı dosyasındaki gelişmeler ele alındı. Toplantının ardından yayımlanan ortak açıklamada, tarafların, barajın doldurulması ve işletilmesine dair Etiyopya’nın tek taraflı adımlarının riskleri konusunda tam bir görüş birliği içinde oldukları ifade edildi. Açıklamada ayrıca, barajın güvenlik zafiyetlerine, düzensiz su tahliyesine ve kuraklık durumunda oluşabilecek olası olumsuz sonuçlara da dikkat çekildi.

Biz, Hizb-ut Tahrir / Sudan Vilayeti olarak, daha bu barajın inşaatına başlamadan önce tehlikelerine karşı uyarıda bulunmuş ve Mısır ile Sudan yöneticilerinin bu barajın inşaatını durdurmaları için ciddi adımlar atması gerektiğini belirtmiştik. Ne var ki tüm uyarılarımızı görmezden gelen yöneticiler, barajın tamamlanarak bir emrivaki haline gelmesine seyirci kalmışlardır.

Bu gerçeklik karşısında, önemle aşağıdaki gerçeklerin altını çiziyoruz:

Birincisi: Mısır ve Sudan halkının su haklarını peşkeş çekenler, bizzat Mısır ve Sudan yöneticileridir. Mart 2015’te imzaladıkları sözde “İlkeler Deklarasyonu” ile Etiyopya’ya barajı inşa etme hakkını tanımışlar ve böylece Sudan ve Mısır’ın tarihi haklarından ve su paylarından feragat etmişlerdir.

İkincisi: Barajın inşası tamamlandıktan sonra şimdi çıkıp barajın risklerinden bahseden bu mekanizma, aslında göz boyamaktan, Sudan ile Mısır halklarını yanıltmaktan ve onlara çıkarlarını savunan rejimler varmış gibi bir algı yaratmaktan başka bir şey değildir.

Hizb-ut Tahrir, söz konusu riskleri daha önce forumlarında ve konferanslarında gündeme getirmiş, ardından Eylül 2017’de yayımladığı ‘Hedasi Barajı, Su Savaşlarının Habercisi, Yöneticilerin İhmali ve Ümmetin Görevi’ adlı kitapçıkta, uzmanların ve ilgili kişilerin görüşleriyle destekleyerek ayrıntılı biçimde ele almıştır. Ancak o dönemde, Sudan rejiminin güdümündeki medya organları ve kalemşorları bu tehlikeleri yalanlamış ve barajın Sudan halkının menfaatine olduğunu öne sürmüşlerdir! Ne tuhaf! Dün reddettikleri riskleri, bugün kendi dilleriyle itiraf ediyorlar!

Üçüncüsü: Mısır ve Sudan yöneticileri, halklarının hakkını peşkeş çekip Etiyopya’nın Hedasi Barajı’nı inşa etmesine göz yumduktan sonra kamuoyunu barajın yönetimi ve işletilmesi tartışmalarıyla meşgul ettiler. Böylece insanlara, sanki asıl mesele buymuş gibi bir algı verdiler. Etiyopya onları daha da rezil etmek için bu göstermelik konuda bile onlarla konuşmaya tenezzül etmemiştir. Çünkü Etiyopya, Mısır ve Sudan yöneticilerinin Amerika’nın karşısında esamesi okunmadığını çok iyi biliyor. Trump’ın 15 Temmuz 2025’te Beyaz Saray’da sarf ettiği şu sözler her şeyi gözler önüne seriyor: “O barajın arkasında da, parasının arkasında da biz varız. Neden barajı inşa etmeden önce sorunu çözmediler bilmiyorum, ama Nil’de su olması güzel bir şey.” Nil Nehri’nde suyun bırakılmasını bir tür lütuf gibi sundu.

Dördüncüsü: Şüphesiz, Etiyopya ve arkasındaki Amerika ve Yahudi varlığı, Nil Nehri’ni tamamen kuruttuktan ve Mısır ile Sudan’ın su güvenliğini tümüyle ele geçirdikten sonra ancak rahat bir nefes alacaklardır. Nitekim Hedasi Barajı Koordinasyon Ofisi Başkanı Arigawi Berhe, 23 Temmuz 2025’te basına yaptığı açıklamada, “Rönesans Barajı yolun sonu değildir ve Etiyopya tek bir barajla yetinmeyecektir” ifadelerini kullanmıştır. Bu açıklamasıyla Berhe, ülkesinin yeni barajlar inşa etme hususunda kararlılıkla ilerlediğine atıfta bulunmaktadır. Bahsedilen barajlar, depolama kapasitesi yaklaşık 200 milyar metreküp olarak tahmin edilen Karadobi, Beko Abo ve Mendaya barajlarıdır. Etiyopya’yı bu konuda cesaretlendiren şey ise Sudan ve Mısır yöneticilerinin zayıf duruşudur.

Beşincisi: Sudan, Mısır ve Etiyopya’daki mevcut yönetimler aslında Beyaz Saray’daki efendilerinin emirlerini yerine getiren işlevsel rejimlerdir. Mısır ve Sudan yöneticilerinin, halkları için taşıdığı büyük tehlikeye ve su haklarını kaybetmelerine rağmen barajın inşası karşısındaki bu pısırık tavırlarının sebebi işte budur.

Sonuç olarak, Sudan halkı şunu bilmelidir ki, bu işlevsel rejimler, Batılı sömürgeci güçlerin projelerine hizmet etmektedir. Ülkemizin kaynaklarını, topraklarını ve su güvenliğini hedef alan bu hoyratlığa, ancak Nübüvvet metodu üzere Raşidi Hilafet Devleti dur diyebilir. Hilafet, sömürgeci kafirin nüfuzunu ülkemizden söküp atacak hem ülkenin hem de kulların güvenliğini sağlayacak, onları tehlikelere karşı koruyacak, tarihiyle dünyaya nam salmış en büyük devlete karşı çer çöp devletlerin saygısızlık yapmasına son verecektir.

O halde gelin ey Sudan halkı, Rabbinizin rızası için, izzetiniz için ve sizin işlerinizle ilgilenen ve maslahatlarınızı gözeten bir sistemin gölgesinde onurlu bir yaşam sürmeniz için Hizb-ut Tahrir ile birlikte çalışın.

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اسْتَجِيبُوا لِلَّهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُمْ لِمَا يُحْيِيكُمْ وَاعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ وَأَنَّهُ إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ“Ey iman edenler! Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’ın ve Rasûlü’nün çağrısına uyun ve bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer. Yine bilin ki, O’nun huzurunda toplanacaksınız.” [Enfal 24]

Devamını oku...

El Faşer Halkı Açlıktan Kırılırken Hükümetin Adré Sınır Kapısını Açık Tutması Kimin Yararına?

Sudan hükümeti, salı günü yaptığı açıklamada batı sınırında Çad’a açılan Adré sınır kapısının yıl sonuna kadar insani yardım kuruluşlarına açık kalacağını bildirdi. Dışişleri Bakanlığı tarafından yapılan yazılı açıklamada, bu adımın “hükümetin ülke genelindeki ihtiyaç sahiplerine insani yardımların ulaştırılmasını sağlama taahhüdünün bir teyidi” ve “insani faaliyetleri kolaylaştırmaya yönelik bir iyi niyet göstergesi” olduğu belirtildi.

Adré sınır kapısı, Sudan ile Çad arasındaki en hayati ve önemli sınır kapılarından biridir. Her ne kadar hükümet, Hızlı Destek Güçleri’nin bu kapıyı insani yardım kisvesi altında askeri lojistik ve silah kaçakçılığı için kullandığını iddia etse de, Ağustos 2024’ten bu yana kapının açık kalma süresini her üç ayda bir düzenli olarak uzatmaktadır. Görünüşe göre bu son uzatma kararı da, Amerika’nın bölgedeki piyonlarının yoğun baskısı altında alınmış olup, geçidin Hızlı Destek Kuvvetleri için kalıcı bir ikmal hattına dönüştürülmesi amaçlanmıştır! Hükümet, isim vermeden bazı ülkeleri ve uluslararası kuruluşları Adré sınır kapısını Hızlı Destek Güçleri’ne askeri mühimmat ve yakıt taşımak için kullanmakla suçladı. Nitekim Sudan’ın BM Temsilcisi Haris İdris, 26 Mayıs 2024’te ‘insani yardım’ görüntüsü altında 25 askeri araç ve sekiz silah yüklü kamyonun geçtiğini, 2 Haziran’da ise aynı kapıdan El Cenîne’ye sekiz kamyonun daha askeri malzemeyle girdiğini açıkladı ve tüm bu kanıtları BM Güvenlik Konseyi’ne sundu!

Bu gerçeklik, Amerika ve onun Birleşmiş Milletler gibi kurumlardaki piyonlarının, “insani yardım” paravanı altında Hızlı Destek Kuvvetleri’ni (HDK) güçlendirmek, böylece Darfur’un tamamı üzerinde hâkimiyet kurmasını sağlamak ve nihayetinde bölgenin ayrılmasına zemin hazırlamak istediğini göstermektedir. Bu yöntem, Güney Sudan’ın ayrılmasında kullanılan senaryonun tıpatıp aynısıdır; o zaman da sözde insani yardım kutuları içinde isyancılara silah sokulmuştu. Asıl ilginç olan, hükümetin bütün bunları bilmesine rağmen ABD baskısına boyun eğip bu kapıyı açık tutmaya devam etmesidir! Kaldı ki, dillerinden düşürmedikleri insani yardım, aslında gerçek ihtiyaç sahiplerine ulaşmıyor. O halde soruyoruz: El Faşir’de insanlar açlık ve koleradan kırılırken, HDK’nin bir yılı aşkın süredir süren kuşatması yüzünden mülteci kampları ölüm tarlalarına dönüşürken, hükümet Adré kapısını kimin çıkarı için açık tutuyor?

Hükümetin asıl görevi, daha önce Güney Sudan’da yaşandığı gibi, Darfur’u Sudan’ın gövdesinden koparmayı hedefleyen bu hain Amerikan planına engel olmaktır. Hükümet, sömürgeci ve kafir Batı’nın, özellikle de Amerika’nın dayatmalarına boyun eğmemeli; aksine, El Faşer kuşatmasını kırmak ve ülke toprağının her karışını isyancılardan temizlemek için ciddi bir çaba göstermelidir. Hükümet bunu yapabilecek güçtedir.

Sudan’daki halkımıza düşen şer’i görev ise, bu yöneticilerden hesap sormak, onları zorla da olsa hakka döndürmek ve bu düzeni değiştirmek için harekete geçmektir. Bunun yolu da Nübüvvet metodu üzere Hilafet’i kurarak İslami hayatı yeniden başlatmak için ciddiyetle çalışmaktır. Hilafet, kafirlerin entrikalarına dur diyecek ve ülkemizin birliğiyle oynanan oyunlara son verecektir. Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyuruyor:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اسْتَجِيبُوا للهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُمْ لِمَا يُحْيِيكُمْ“Ey iman edenler! Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Rasûlü’ne icabet edin.” [Enfal 24]

Devamını oku...

“Devletin Âlî Menfaatleri” Kendi Evlatlarını Yiyor!

Almanya Şansölyesi, kısa süre önce ‘Alman kimliğinin temel unsuru’ şeklinde ilan ettiği siyasi ideolojinin yarattığı baskılarla karşı karşıya. Her ne kadar Şansölye, devletin âlî menfaati prensibine (ki bu Yahudi varlığına koşulsuz destek anlamına gelir) mutlak bağlılığını defalarca dile getirse de, siyaset ve medyadaki Siyonist lobiler, silah ihracatına getirdiği kısıtlamaları sabote etmek amacıyla organize bir kampanya yürütmektedirler.

Almanya Şansölyesi Friedrich Merz, koltuğuna oturur oturmaz ilk iş olarak Yahudi varlığına ve güvenliğine kayıtsız şartsız bağlılığını ilan etti! Hatta Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Netanyahu hakkında çıkardığı yakalama kararını bile alenen sorguladı. O günlerde Berlin’deki siyasi iklimde her şey güllük gülistanlıktı. Fakat Berlin’deki o siyasi hava, Federal Şansölyenin 8 Ağustos tarihinde X platformunda yayımladığı gönderiyle aniden değişti. Şansölye paylaşımında, “Bu koşullar altında Alman hükümeti, Gazze Şeridi’nde kullanılabilecek silah ihracatına ikinci bir duyuruya kadar onay vermeyecek.” değerlendirmesinde bulundu. Şansölye, söz konusu karar öncesinde “rehinelerin serbest bırakılmasının” öncelikli olduğunu ve “İsrail”in Hamas’ın terör eylemlerine karşı meşru müdafaa hakkı bulunduğunu vurgulamasa da kararın ardından kamuoyunda kısa sürede yoğun bir tepki dalgası oluştu. Siyonist Axel Springer medya imparatorluğunun başını çektiği yayın organları, bu hamleyi ‘devlet rasyonelliğinin terk edilmesi’, ‘siyasi istikrarın kaybı’ ve ‘stratejik ihanet’ şeklinde yorumladı. Almanya’daki Yahudiler Merkez Konseyi, tansiyonu daha da yükselterek hükümetin kararını ‘düşmanca bir eylem’ olarak nitelendirdi. Konsey’in açıklamasında şu görüşlere yer verildi: ““İsrail”“ her gün Ortadoğu’daki düşmanlarının saldırısına ve roket saldırısına maruz kalıyor... Şimdi “İsrail”in kendini bu tür tehditlere karşı savunma hakkını ve kabiliyetini elinden almak, onun varoluşunu tehlikeye atmak demektir.” Bu nedenle Konsey, “Alman hükümetine bu yanlış yoldan bir an önce dönme” çağrısı yaptı.

Bununla birlikte, Şansölye açısından çok daha kritik olan, kendi siyasî çevresinden yükselen eleştirilerdir. Konuya hâkim kaynaklara göre, hem meclis grubunda hem kabinede hem de Birlik partileri (CDU/CSU) içindeki ‘çok güçlü çevrelerde’ ciddi bir rahatsızlık söz konusu. Friedrich Merz’in ismini vermek istemeyen bir sırdaşı, durumu ‘CDU’da kazan kaynıyor’ sözleriyle özetledi. Koalisyonun kilit ortağı CSU’nun lideri Markus Söder ise, Şansölye’ye doğrudan destek vermek yerine, kararın gözden geçirilmesini talep etmek ve iç müzakereler çağrısında bulunmak üzere eyalet grup başkanı Alexander Hoffmann’ı, Bavyera’daki grup başkanı Klaus Holetschek’i ve dış politika uzmanı Stephan Mayer’i sahaya sürdü. Üçlü, kamuoyunun karşısına çıkıp kararın gözden geçirilmesini ve parti içi görüşmeler yapılmasını talep etti. CDU Dış İlişkiler Komitesi üyesi Roderich Kiesewetter, Federal Hükümet’in söz konusu kararını hem siyasî hem de stratejik açıdan ciddi bir hata olarak değerlendirdi. Benzer şekilde, CDU milletvekili Carsten Müller de X platformunda yazdığı paylaşımında hükümetin kararını en sert ifadelerle kınadı. Partinin Genel Sekreteri Carsten Linnemann’ın derin bir sessizliğe bürünmesi dikkat çekerken, Meclis Grup Başkanı Jens Spahn ise günler süren bir bekleyişin ardından Instagram üzerinden paylaştığı video mesajında kararı ‘kabul edilebilir’ bulduğunu açıkladı. Bir analistin yorumuna göre bu açıklama, bir grup liderinin şansölyesine verebileceği en düşük düzeyde destek, aynı zamanda en yüksek düzeyde mesafe koyma örneğini teşkil etmektedir.

Saldırılara bir destek de Siyonist Büyükelçi Ron Prosor’dan geldi. Prosor, “Hamas’ın silahsızlandırılmasından ziyade şu anda İsrail’in silahsızlandırılmasının tartışıldığını; bunun Hamas için adeta bir zafer anlamına geldiğini” ifade etti. Ayrıca, Berlin’in mevcut tutumunun Gazze’deki askeri stratejilere ilişkin meşru bir tartışmaya katkı sağlamadığını, bilakis “İsrail”i savunmasız bırakmaya yönelik olduğunu belirtti.” Tartışmaya 10 Ağustos’ta bizzat Netanyahu da katıldı. Netanyahu, Alman Şansölyesini ‘hem yalan haberlerin hem de içerideki farklı grupların baskılarına boyun eğen’ zayıf bir lider olarak nitelendirdi. Baskı kampanyasına Siyonist varlığın medya organları da katıldı. Bu medya kuruluşları, tartışmalar alevlenince, Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben-Gvir’in daha önceki Almanya karşıtı sert söylemlerini yeniden gündeme getirdiler. Bu yayınlarda, Ben-Gvir’in, Almanya’nın Shoa’dan seksen yıl sonra yeniden Nazizm’i desteklemeye başladığı yönündeki açıklamalarına yer verdiler.

Devletin âli menfaatleri (Staatsräson) kavramı, Kai Ambos’a göre yalnızca hukukun zıttı ve otoriter bir kavram olmakla kalmayıp, Robin Alexander’ın işaret ettiği üzere etkileri Hristiyan Birlik partilerinin çok ötesine taşan bir kimlik siyaseti enstrümanına dönüşmüştür. Kamuoyunda yapılan güncel anketler Almanların %83’ünün silah ihracatına son verilmesini desteklediğini ve %76’sının Gazze’de izlenen siyaseti tasvip etmediğini ortaya koysa da, Siyonist medya organları ve siyasetçilerden oluşan bir grup, Federal Şansölyenin kararına yüklenmekte ve geri çekilmesi yönünde talepte bulunmaktadır! Devletin ali menfaatleri söylemi, siyasi bir silah olarak kullanılmakta ve Siyonist projeye bağlılıklarını deklare etmiş olsalar dahi, en üst düzey siyasi kurum ve onların temsilcileri aleyhine bile yöneltilebilmektedir!

Politik çizginden en ufak bir sapma dahi, etki ajanları, ideolojik olarak indoktrine edilmiş aktörler ve iktidar güdümlü oportünistler öncülüğünde koordineli kampanyaların yürütülmesine yol açmaktadır. Lahey’de bulunan Ulusal Terörle Mücadele ve Güvenlik Koordinasyon Merkezi’nin (NCTV) elde ettiği bulgular da bunu teyit etmektedir: ““İsrail”“, bilinçli dezenformasyon kampanyaları icra etmekte ve Hollanda siyasetini etki altına almaya çalışmaktadır.” Almanya’da ise bu tür kampanyaların etkisi çok daha büyük ve siyasi sonuçları çok daha derindir. Çünkü “devlet çıkarı” anlayışı, Almanya’nın (İkinci Dünya Savaşı sonrası) itibarını yeniden kazanması ve Batı ittifakına bağlılığıyla doğrudan ilişkilidir.

Hizb-ut-Tahrir, Federal Hükümet’i bir kez daha, tutumunu köklü bir şekilde gözden geçirmeye ve Siyonist varlıktan uzaklaşmaya çağırmaktadır. Gazze’deki soykırımın uluslararası ölçekte yol açtığı öfke ve Alman kamuoyundaki değişim ve mevcut eğilimler, Almanya’nın ‘tarihi suçluluk’ paradigmasından çıkıp Ortadoğu politikasında radikal bir dönüşüm yapması için tarihi bir fırsat sunmaktadır. Vereceğiniz karar Almanya’nın geleceğini belirleyecektir: Ya İslam dünyasıyla tarihi bağlarınızı onaracaksınız ya da Filistin’deki katliama ortak olan bir düşman olarak damgalanacak ve yakında kurulacak olan Hilafet Devleti’ne bunun hesabını vereceksiniz!

قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الَّذِينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ إِنَّمَا يَتَذَكَّرُ أُولُو الْأَلْبَابِ“De ki: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” Ancak akıl sahipleri öğüt alırlar.” [Zümer 9]

Devamını oku...

Gazze İçin Birleşmeliyiz!

  • Kategori Makaleler
  •   |  

Gazze İçin Birleşmeliyiz!

Kudüs 1099'da Haçlılar tarafından işgal edilirken İslam ümmeti Abbasi ve Fatımi Hilafetleri olarak bölünmüş, aralarındaki ihtilaflar ve iç sorunlar nedeniyle zayıf düşmüş bir durumdaydı. Oysa Haçlılar birlik içinde büyük bir ittifak oluşturmuşlardı

Fakat Kudüs 2 Ekim 1187'de Selahaddin Eyyubi tarafından fethedilirken durum tam tersine dönmüş Haçlılar bölünmüş ve aralarında anlaşmazlık içindeyken, İslam ümmeti ise birlik içinde, ittifak halindeydi.

İslam Ümmeti o gün parçalanmış, bölünmüş halde kendi aralarında çatışırken Kudüs’ü koruyamadılar ve Haçlılar karşısında büyük bir yenilgi yaşayarak Kudüs’ü kaybettiler ve Kudüs tam 88 yıl Haçlı işgalinde kaldı.

Ne zaman ki Selahaddin Eyyubi Fatımi Hilafetine son vererek Müslümanları Abbasi Hilafeti altında yeniden birleştirdi, işte o zaman Kudüs yeniden fethedildi ve Haçlı işgali sona erdirildi.

20. yüzyılın başlarında Filistin İngilizler tarafından işgal edildiğinde de Müslümanlar aralarındaki ihtilaflar ve iç sorunlarla bölünmüş, zayıf düşmüş daha sonra da gasıp Yahudi Varlığı’nın Müslümanların göğsüne bir hançer olarak saplanmasına da bu parçalanmışlığın yol açtığı zayıflık sebebiyle engel olamamışlardı.

Bugün de benzer bir durum tekrarlanmaktadır. Aksa Tufanı sonrasında sömürgeci kafirler arasında oluşturulan büyük bir Haçlı-Siyonist ittifakı tarafından Gazze’de 100 binden fazla Müslüman kardeşimiz şehit edilmiş, gece gündüz bitmeyen saldırılarla Gazze bir harabeye ve enkaza dönüştürülmüş, gasıp Yahudi Varlığı’nın abluka ve kuşatmasıyla bir ölüm ve imha kampı haline getirilerek Gazzeli Müslüman kardeşlerimiz açlığa ve ölüme terk edilmiştir.

Ne yazık ki İslam Ümmeti Osmanlının yıkılışı ve Hilafetin ilgasıyla birlikte sınırları sömürgeci kafirler tarafından çizilen ulus devletler tarafından parçalanarak bölünmüş ve birliğini kaybetmiştir.

Ayrıca bu parçalanmışlığın üstüne Müslümanların bir de kendi yaşadıkları ülkelerde aralarındaki fikir, görüş ayrılıklarının yol açtığı ihtilaflardan dolayı farklı cemaatler, tarikatlar, siyasi partiler, sivil toplum örgütleri gibi yapı ve teşkilatlarla da bölünmesi parçalanmışlıklarını daha da derinleştirmiştir.

Bütün bunların sonucunda içinde bulundukları zayıflık ve güçsüzlük daha da artmış, bu zayıflıkla Gazzeli kardeşlerine yardım edemedikleri gibi Ümmetin içinde bulunduğu diğer kriz ve sorunların çözümü konusunda da aciz kalmışlardır.

Yani bugünde İslam’ın ve Müslümanların düşmanı sömürgeci kafirler İslam’a ve İslam Ümmetine karşı ittifak halindeyken, birlik içindeyken Müslümanlar ihtilaf halinde, bölünmüş, birlikten uzak bir dağınıklık içindedirler.

Bu dağınıklık ve zayıflıktan kurtulmak için, yeniden büyük ve güçlü bir ümmet olmak için, sömürgeciler karşısında yaşadığımız yenilgileri onlara geri iade etmek için, unuttuğumuz zaferlerle yeniden gururlanmak için, aramıza örülen duvarları yıkmak için, Gazze’nin ve Ümmetin kurtuluşu için birleşmeliyiz.

وَاَط۪يعُوا اللّٰهَ وَرَسُولَهُ وَلَا تَنَازَعُوا فَتَفْشَلُوا وَتَذْهَبَ ر۪يحُكُمْ وَاصْبِرُواۜ اِنَّ اللّٰهَ مَعَ الصَّابِر۪ينَۚ

“Allah’a ve Resûl’üne itaat edin ve birbirinizle çekişmeyin. Sonra gevşersiniz ve gücünüz gider. Sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” [Enfâl 46]

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan

Remzi Özer

Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER