119 - Kitap - Hilâfet Devleti Anayasa Tasarısı veya Esbab-ı Mucibesi - İktisadi Nizam - Madde 155
- Kategori Bir Kitap
- |
Fikri Söylemin ve Siyasi Eylemin Gerçekliğe Bir Etkisi Yoktur Diyenlerin Şüphesine Cevap
Tüm peygamberlerin ve peygamberlere tabi olanların daveti, akli değil şeri hükümlerdir ve bunların hepsi fikir, lisan ve mucizeler yoluyla olmuştur; eğer davet maddi eylemlerle olsaydı, Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem, daha önce İbrahim’in amel ettiği gibi Mekke'de putlarla amel ederdi. Nitekim Azze ve Celle şöyle buyurmuştur: لِكُلٍّ جَعَلْنَا مِنكُمْ شِرْعَةً وَمِنْهَاجاً “(Ey ümmetler!) Her birinize bir şeriat ve bir yol (metot) verdik.” [Maide 48] Peygamberimizin daveti, başlangıçta insanlara İslam akidesini ve hükümlerini anlatmak, iman edenleri kitleleştirmek, sonra daveti tüm insanlara haykırmak, fikri çatışma ve siyasi mücadele yoluyla genel amellerle topluluklara hitap etmek ve nusret talep etmek şeklinde fikri olarak olmuştur; bunun üzerine Ensar fikri kucaklayarak devleti kurmuşlardır.
Gerçeklikte ortaya çıkarmak için çalıştığı gayesini gerçekleştirmek amacıyla şerî metodu benimseyen ve belki de tek parti olan Hizb-ut Tahrir'in gençlerinden biri olarak diyorum ki; bu tutarsız şüphe, bu şüpheyi dile getirenler ve işlerinde şüpheli olanlar tarafından çalışanların azmini kırmayı ve destekçileri dağıtmayı umarak ortaya atılıyor. Maddi eylemlerde bulunma meselesi, ancak İslam'ın tatbik edildiği bir devlette olur; dolayısıyla bu fikri ortaya atmanın şerî yönü olarak bize, Efendimiz Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in devleti kurmadan önce takip ettiği metot yeterlidir; zira O, devlet kurmadan önce hiçbir maddi eylemi benimsememiş, aksine İslam'a davet etmiştir. İslam'ın, insanın sorunlarını tedavi eden fikirler olan akideler ve şerî hükümlerden oluştuğu bilinmektedir. Peki bu bile, partiyi fikirler partisi olmakla suçlayanlar için yeterli değil midir? Partiyi bu çirkin suçlamayla itham edenler, partileri sadece cami inşa etme veya gıda kolisi dağıtma gibi faaliyetleriyle kıyaslıyorlar ve Efendimiz Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in takip ettiği metodu unutuyorlar. Bu şerî açıdandı, gerçekliğe gelince; buna dair birçok örnek var ancak bunlar delilden ziyade karinelere dayanmaktadır; çünkü bizim delillerimiz şer’îdir ancak tedebbür etmek için aşağıdaki hususları zikredelim:
Hizb-ut Tahrir, 1953 yılında kurulduğundan beri, gerek Filistin'in, gerekse işgal altındaki herhangi bir beldenin kurtuluşunun ancak bir devletle olacağını açıklamış ve o dönemde herkes buna karşı çıkmıştı.
Nitekim bunun öncesi ve sonrasında, birçok ulusal silahlı grup ortaya çıktı ve bu da Fetih hareketi gibi ajanlık ve normalleşme yönündeki bir sapmayla sonuçlandı.
Cihatçı, siyasi ve toplumsal cemaatler kuruldu ve Taliban'da olduğu gibi bu cemaatlere yönlendirmeler ve baskılar dayatıldığında veya kendilerine destekçilerinden ya da düşmanlarından kirli siyasi para verildiğinde gayelerinden saptıklarını gözlemledik; nitekim Taliban, daha sonra yeniden yapılanma sürecine girmiş, Katar'da ABD ile aralarında 13 yıl süren müzakereler devam etmiş, bu müzakerelere binaen ABD, çıkarlarını güvence altına almış, Müslümanların birleşmesini engellemiş, yönetimi Taliban'a teslim etmiş ve arkasında milyarlarca dolar değerinde teçhizat bırakmıştır; eğer çekilme müzakeresiz olsaydı yanına bunları alabilirdi; çünkü çekilme acil bir durum değildi. Ayrıca Suriye'nin yeni yöneticisi gibi onun iktidara gelmeden önce ve sonra yaptığı konuşmaları dinlemek, bu grupların Batı'nın batıklığına ve ajanlığına düştüğünü anlamak için yeterlidir.
Siyasi grupların, tedricilik adına demokrasi ve küfür yönetimine katılmayı kabul ettiklerinde olduğu gibi, onlar da zalimlerin zulmüne ve fasıkların fıskına ayak uydurmak zorunda kaldılar; tıpkı 2011 devriminden sonra Mısır'da olduğu gibi iktidara geldiklerinde zayıftılar ve düştüler. Henüz düşmemiş olanlar ise, Batı'nın onlara hala ihtiyacı olduğu ve İslam'ı uygulamadıkları ve uygulamayacakları için, Erdoğan'ın Türkiye’sinde olduğu gibi kâfirler onlardan memnundurlar.
Ümmet içinde fikri çalışmayı eleştiren birçok kitlenin başına bir felaket geldi; zira silahlı eylemde bulunanlar Müslümanları öldürmeye yöneldiler!
Son olarak: Herhangi biri, bir fabrika veya konut kulesi gibi büyük bir yapı inşa etmek isterse, önce teorik bir mühendislik planı hazırlaması ve ardından müteahhitlerden bunu uygulamalarını talep etmesi gerekir; işte parti de ümmetin kalkınması için, Kur'an ve sünnetten aldığı fikir üzerine inşa ettiği bir plan hazırlamıştır.
Partinin gerçeklik üzerindeki etkisine gelince:Hizb-ut Tahrir, kapitalizm, demokrasi fikri, mutlak özgürlükler, sosyalizm gibi küfür fikirleri ile bazılarının bir bağ olarak var olduğu vehmine kapıldıkları vatancılık, milliyetçilik ve çıkarcılık gibi yozlaşmış cahiliye bağlarıyla mücadele etmek için çalışmaktadır.
RAND Corporation şu uyarıda bulunmuştu: (Fikir savaşındaki ana savaşçı Hizb ut-Tahrir'dir). Tabii küfür fikirlerinin yayılmasının, insanları bunlara ikna etmenin ve bunların propagandasının yapılmasının arkasında, İslam adına konuşurken küfür fikirlerinin propagandasını yapan, bireylerin ıslahına davet eden, siyaseti haram kılan, siyasetin pis olduğunu söyleyen laik örgütler, partiler ve hareketler vardır; ama aynı zaman da bunlar, yönetimi elinde tutan necis birine, yani fasık yöneticilere itaat etmeye davet etmektedirler. Dolayısıyla bunlar, İslami olmaktan ziyade laik hareketlerdir; çünkü bunlar, dini devletten ayırarak dini bireysel amellerle sınırlandırmaktadırlar.
Nitekim parti, kendileriyle konuşan kişinin partiden olduğunu fark etsinler ya da etmesinler, birçok insanın kanaatlerini etkilemiştir.
Allah bizi ve sizleri İslam Devleti'ni, yani Nübüvvet Minhacı üzere Raşidi Hilafeti kurmaya muvaffak kılsın.
Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Muhsin el-Cadabi – Yemen
Haber-Yorum
Kapıdan Çıkıp Pencereden Girmek!
Haber:
Trump, Afganistan'ın Bagram Hava Üssü'nü iade etmemesi halinde "kötü şeyler" olacağını söyledi. (Reuters)
Yorum:
Amerika bir kez daha dünyaya karşı kibrini gösteriyor. Donald Trump'ın, Afganistan'ın Bagram Hava Üssü'nü teslim etmemesi halinde kötü şeyler olacağı yönündeki uyarısı, uzun süredir İslam beldelerine yönelik politikasını karakterize eden aynı sömürgecinin tavrı yansıtmaktadır.Bu tür sözler, birbirleriyle eşit şartlarda ilişkiler kuran egemen devletlerin bir dili değildir, aksine bunlar, İslam beldelerini kendi hırsları için askeri nokta olarak gören bir sömürgecinin dikteleridir.Batı politikasının gerçek doğası, zorlama, tehdit ve topraklarımızın egemenliğine saygısızlıktan ibarettir.
Amerika'nın Afganistan'daki üssü geri almaya yönelik ısrarı, askeri gücünü ortaya çıkarmak için İslam beldelerine bağımlı olduğunu teyit ediyor.Bu tür kaleler olmadan Amerika, bölgeyi kontrol edemez ve rakiplerini kuşatamaz.Bagram, Afganistan'ın güvenliği ile ilgili değildir, aksine Amerikan hegemonyası ile ilgili olup Müslümanların bölünmüş ve boyun eğdirilmiş olarak kalmalarını ve topraklarının ve kaynaklarının ise yabancı çıkarlarına hizmet etmesini sağlamaktır.
Açık olan şey, Amerika'nın Afganistan'daki askeri yenilgisine rağmen siyasi bir yenilgiye uğramadığıdır.Yirmi yıldır Afganistan'ın zenginliklerini biliyordu ama bunları kasıtlı olarak geliştirmeden bırakmış ve Taliban'ın sadece bir yıkımı miras almasını sağlamıştır. Taliban ise Hilafetin kurulmasını temsil eden İslami vacibi yerine getirmek için devasa güçteki İslam ümmetiyle birleşmek yerine kendisini sömürgecinin sınırları içine hapsetmiş ve ülkeyi yok eden aynı güçlerden meşruiyet elde etmeye çalışmıştır!
Trump'ın bugün söylediği sözler şu gerçeği teyit ediyor:Amerika Afganistan'ı terk etmedi, ancak dış müdahalelere karşı savunmasız, zayıf ve kısıtlı bir devlet bıraktı. “Sunduğu şeylere ihtiyacı olduğunu" ve Bagram Hava Üssü'nün stratejik önemini vurgulayarak Washington, Afganistan işgalinin sona ermediğini, sadece biçim değiştirdiğini gösteriyor. Sömürge politikasının özü budur: yıkım, kısıtlamalar ve çıkarlar gerektirdiğinde geri dönüş.
Bu sadece bir hava üssüyle ilgili değildir, aksine ümmetin bağımsızlık arzusu ile Batı'nın kontrolünü sürdürme kararlılığı arasındaki küresel bir çatışmayla ilgilidir.Bu yüzden bu kibirli tehditleri reddetmemiz ve gerçek özgürlüğün yabancı anlaşmalar, ajan rejimler veya boş sloganlarla gerçekleşmeyeceğini idrak etmemiz gerekmektedir.Bilakis gerçek özgürlük sadece ülkelerimizi koruyacak ve sömürgecinin nüfuzunu kesin olarak ortadan kaldıracak Nübüvvet Minhacı üzere Hilafetin kurulması yoluyla gerçekleşecektir.
Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Heysem İbn Sabit - Amerika
Haber-Yorum
Krizleri Çözmek İçin Birleşmiş Milletlere Yalvarmak, Siyasi Bir Aptallık Ve Boşluktaki Bir Çığlıktır!
Haber:
Lübnan Cumhurbaşkanı Joseph Avn, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda yaptığı konuşmada, Birleşmiş Milletlerden, Yahudi varlığı tarafından işgal edilen Lübnan topraklarını kurtarmasını ve Lübnan devletini korumasını talep etti.
Yorum:
Birleşmiş Milletler, büyük güçler tarafından sömürgecilik için bir araç olarak ve zayıf halkların aleyhine kendi çıkarlarını gerçekleştirmek için kurulmuş uluslararası bir örgüttür. Küresel güvenlik ve barışı korumayı ve uluslararası savaşları önlemeyi amaçlayan bir insani yardım örgütü olarak belirtilen hedefleri, halkların işgalini ve köleleştirilmesini ve kaynaklarının yağmalanmasını meşrulaştırmak için gerektiğinde kullanılan sloganlardan başka bir şey değildir. Uzun süredir insan hakları, halkların kendi kaderini tayin hakkı ve uluslararası hukukun korunması sloganlarını Müslüman ülkelere askeri ve siyasi müdahale için bir örtü olarak kullanmaktadır.
Osmanlı Hilafetini parçalamak, Müslüman ülkeleri aralarında paylaşmak, buraları işgal etmek ve bu Müslüman ülkelerin birleşmemesine hırs göstermek için çalışan Milletler Cemiyeti'nin enkazı üzerine kurulduğundan beri, tek bir konuda bile Müslümanlara hizmet etmemiş, aksine Keşmir, Çeçenistan, Bosna, Afganistan, Irak, Suriye, Sudan ve Filistin gibi konularda Müslümanlara karşı taraflı davranmış ve davranmaya da devam etmektedir...
Bu nedenle Birleşmiş Milletlerden, özellikle Filistin topraklarında bu mutant varlığın ortaya çıkışını yasallaştırıp Müslümanlara karşı tüm saldırı ve katliamlarında onun yanında yer almışken Yahudi varlığının saldırılarına ve işgaline karşı durmasını talep etmek, umutsuz bir siyasi aptallıktır.
Dolayısıyla toprakların geri kazanılması ve hakların yeniden elde edilmesi, İslam ümmetinin vahdeti, Allah Subhanehu ve Teala'dan sonra kendi gücümüze, sahip olduğumuz askeri gücümüze ve samimi ve bilinçli liderliğimize güvenilmesi ve bu mutant varlığa askeri olarak karşı konulması ve onun kökünden söküp atılması sayesinde olacaktır; Allah’ın izniyle de bu çok yakında olacaktır. Çünkü bu, Allah’ın bir vaadi olup Allah vaadinden asla caymaz. Belki de bu varlığın aymazlığı, suçlu doğasının ortaya çıkması ve saldırılarının genişlemesi, onu ve onu koruyan bu örgütü yok etsin diye ümmetin tepki vermesi için bir uyarıdır.
Allah’ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur: تُقَاتِلُكُمْ يَهُودُ فَتُسَلَّطُونَ عَلَيْهِمْ، حَتَّى يَقُولَ الْحَجَرُ: يَا مُسْلِمُ، هَذَا يَهُودِيٌّ وَرَائِي فَاقْتُلْهُ “Yahudilerle savaşacak ve onlara üstün geleceksiniz. Hatta taş: Ey Müslüman, şu arkamdaki Yahudi’dir, onu öldürüver, diyecektir.” (Ahmed rivayet etti)
Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Dr. Şeyh Muhammed İbrahim - Lübnan
Haber-Yorum
Seyirci Değil: Yahudi Varlığının Doha'ya Yönelik Saldırısında Amerika'nın Rolü!
Haber:
Eylül 2025'te Yahudi varlığı Doha'yı bombaladı ve bunun sonucunda Hamas üyeleri ile bir Katar güvenlik görevlisi öldü.The Independent gazetesi, Netanyahu'nun son anda bilgi verdiği için Trump'ın ateş püskürdüğünü bildirirken, Yahudi varlığındaki kaynaklar ise bunun yerine Trump'ın yeşil ışık yaktığını söylediler.(Independent, uyarlanmıştır)
Yorum:
Trump'ın Doha'ya yönelik Yahudi saldırısından haberi olmadığı iddiası, yalan bir iddiadır; çünkü aralarındaki uzun süredir devam eden ilişki ve iş birliği bunun tam tersini ortaya koymaktadır.
Nitekim Katar'da geniş bir askeri varlığa sahip olan ve Yahudi varlığıyla yakın iş birliği içinde olan Amerika'nın bu boyuttaki bir operasyondan habersiz olduğunu varsaymak tamamen mantıksızdır.Zira on yıllardır Amerika ve Yahudi varlığı güçlü bir askeri ve siyasi ortaklık sürdürmektedir.2028 yılına kadar sürecek olan mutabakat zaptı uyarınca, Yahudi varlığı ABD'den yıllık 3,8 milyar Dolarlık askeri yardım almaktadır. Ayrıca Arrow ve Iron Dome (demir kubbe) gibi füze savunma sistemlerinin geliştirilmesinde iş birliği yapıyorlar, büyük ölçekte istihbarat paylaşımı gerçekleştiriyorlar, ortak tatbikatlar düzenliyorlar ve yakın teknolojik iş birliğini sürdürüyorlar.
Ayrıca Katar, Orta Doğu'daki en büyük ABD hava üssü olan El-Udeid Hava Üssü'ne ev sahipliği yapmaktadır; zira bu üssünde binlerce ABD askeri konuşlanmış olup ABD Merkez Komutanlığı'nın ileri karargahı da burada yer almaktadır. Bu üs, bölgedeki en gelişmiş radar ve hava savunma sistemleriyle donatılmıştır.Kızıldeniz üzerinden savaş uçaklarından fırlatılan ve Katar hava sahasına sızan bu boyuttaki bir saldırının fark edilmemesi akıl dışı bir şeydir. Sistemler hiçbir şey tespit edememiş olsa bile, müttefiklerin radar yetenekleri hakkında kesin bilgi olmadan böyle bir taktiksel başarıyı gerçekleştirmesi imkansızdır. Bir şeyi fart ettikleri halde cevap vermiyorlarsa bu, zımni olarak onayladıklarına işaret etmektedir. Yahudi uçaklarının, Amerikan radar sistemleri ve Patriot savunma füzeleri için milyarlarca Dolar harcayan Suudi Arabistan tarafından tespit edilmeden görevlerini nasıl yerine getirebildikleri konusunda birtakım sorular gündeme gelmektedir; zira bu sistemler, balistik tehditleri tespit etmek ve önlemek için özel olarak tasarlanmıştır. Bu yüzden Katar ve Suudi Arabistan'dan herhangi bir tepkinin gelmemesi, bir koordinasyonun varlığını veya en azından Washington'dan zımni bir onay olduğu izlenimini güçlendirmektedir.
Bu boyuttaki bir operasyon genellikle havadan yakıt ikmali gerektirmektedir. Gerçi Yahudi varlığının yakıt ikmali için kendi uçakları var ancak görevin mesafesi ve karmaşıklığı göz önüne alındığında, böyle bir görevin Amerikan lojistik desteği olmadan tam olarak yerine getirilmesi pek olası değildir.
Netanyahu saldırıyı, askerlerinin öldürülmesine verilen acil bir yanıt olarak göstermeye çalışmıştır. Ancak birden fazla güvenilir kaynak, "Ateş Zirvesi" kod adlı operasyonun aylardır hazırlık aşamasında olduğunu teyit emiştir. Ayrıca İbranice medya kuruluşları, planlamanın iki ila üç ay sürdüğünü ve saldırıdan önceki haftalarda yoğun hazırlıklar yapıldığını bildirdiler.Hatta raporlara göre Mısır bile Hamas liderlerine önceden hedef alınabilecekleri konusunda uyarıda bulunmuştu. Bu da bunun spontane bir tepki değil, uzun süredir planlanmış bir operasyon olduğunu açıkça göstermektedir.
Amerika'nın rolüne ilişkin çelişkili rivayetler nedeniyle resim daha da karmaşık bir hale gelmektedir. The Wall Street Journal ve The Independent'a göre Trump, Netanyahu'nun kendisine saldırıdan sadece kısa bir süre önce bilgi verdiği için öfkeliydi.Ancak Yahudiler, operasyonun Trump'ın yeşil ışık yakmasıyla uygulandığı noktasına ısrar ediyorlar.Hangi rivayet doğru olursa olsun, her ikisinin arsında, askeri ve siyasi karar alma sürecinde en üst düzeylerde derin bir bağ olduğunu doğrulamaktadır.
Bu saldırı aynı zamanda, savaşın durdurulması için diplomatik veya müzakere fırsatları ortaya çıktığında, Yahudi operasyonlarının bilinen bir tarzına uymaktadır.Zira Yahudi varlığı, hedefli suikast operasyonlarıyla gerilimi tırmandırmaktadır; örneğin Temmuz 2024'te Tahran'da Hamas lideri İsmail Haniye'ye yönelik suikast veya Eylül 2024'te Beyrut'ta Nasrallah'ın öldürülmesi gibi.Her iki durumda da, önemli siyasi anlar kasıtlı olarak baltalanmıştır. Benzer şekilde Haziran 2025'te, ABD-İran nükleer müzakerelerinin yeni turunun yaklaşmasıyla birlikte Yahudi varlığı, İran'ın nükleer ve askeri tesislerine kasıtlı saldırılar düzenleyerek Yükselen Aslan Operasyonu'nu başlatmıştı.
Sonuç: Her şey, ABD'nin bu senaryoda yalnızca pasif bir seyirci olmadığına, aksine etkili bir koordinasyon veya kasıtlı pasiflik yoluyla suç ortağı olduğuna işaret ediyor. Resmi yalanlama ise, kana susamış otoriter rejimlerin izlediği bilindik aldatma ve ikiyüzlülük şablonuyla tutarlıdır.
Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Okay Pala - Hollanda
مِّنَ الْمُؤْمِنِينَ رِجَالٌ صَدَقُواْ مَا عَاهَدُواْ اللَّهَ عَلَيْهِ فَمِنْهُم مَّن قَضَى نَحْبَهُ وَمِنْهُم مَّن يَنتَظِرُ وَمَا بَدَّلُواْ تَبْدِيلاً
“Müminlerden öyle adamlar vardır ki, Allah’a verdikleri söze sadık kaldılar. İçlerinden bir kısmı verdikleri sözü yerine getirmiştir. Bir kısmı da beklemektedir. Verdikleri sözü asla değiştirmemişlerdir.” [Ahzab 23]
Hizb-ut Tahrir / Avustralya Medya Bürosu, davaya gönül vermiş, Kur’an’a, müminlere ve davetine olan sevgisiyle tanınan Halid Ahmed İbrahim Tarad (Ebu Muhammed) kardeşimizin vefatını üzüntüyle duyurur. H. 22 Rabiu’l Evvel 1447 M.14 Eylül 2025 Pazar günü, Hakk’ın rahmetine kavuşan merhuma Allah’tan sonsuz rahmet dileriz.
Merhumun ailesine ve bütün davet taşıyıcılarına en sıcak taziyelerimizi iletiyoruz. Allah Subhânehu ve Teâlâ’dan, onu sonsuz rahmetiyle kuşatmasını, tüm günahlarını affetmesini ve onu cennetinde Peygamberler, Sıddıklar, şehitler ve Salihlerle buluşturmasını niyaz ediyoruz. Onlar ne güzel dostturlar. Allah Subhânehu ve Teâlâ’dan ailesine ve sevenlerine bolca sabır ve metanet vermesini temenni ederiz.
إِنَّا لِلَّهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ
“Biz şüphesiz Allah’a aitiz ve şüphesiz O’na döneceğiz” derler.” [Bakara 156]
İhmalkârlık ve Komplo Arasındaki Su Rönesans Barajı: Mısır'ı Boğan ve Onun Varlığını Tehdit Eden Bir Amerikan Silahıdır
Mısır'ın varlığı, eskiden beri ülkenin can damarı ve halkının hayatta kalma kaynağı olan Nil Nehri ile bağlantılıdır.Mısır, su ihtiyacının yaklaşık %97'sini Nil Nehri'nden karşılamakta olup toplam yıllık su kaynakları yaklaşık 60 milyar metreküptür ve bunun 55,5 milyar metreküpü Nil Nehri'nden gelmektedir. Oysa gerçek ihtiyaç 114 milyar metreküpün üzerindedir.Yani bu da yaklaşık 54 milyar metreküplük bir açık olduğu, bunun da tarımsal atık suyu ve yeraltı sularının yeniden kullanımıyla karşılandığı anlamına gelmektedir. Bu kadar büyük bir açık varken, birkaç milyarlık bile olsa, ek bir açığın oluşması varoluşsal bir felaket anlamına gelmektedir.
Bu gerçek, Etiyopya Rönesans Barajı'nı Mısır'ın modern tarihinde karşı karşıya kaldığı en ciddi bir tehdit haline getirmektedir. Dolayısıyla bu, iddia ettikleri gibi sadece bir kalkınma projesi değildir, aksine Amerika'nın elindeki stratejik bir silahtır ki bu da 110 milyondan fazla Mısırlının hayatını tehdit etmekte ve geleceklerini dış kararların rehinesi haline getirmektedir.
Projenin 2011'de başlatılmasından bu yana, en çok zarar göre bir ülke olan Mısır, siyasi baskı veya askeri müdahale yoluyla bu projeyi durdurabilirdi ancak bunu yapmadı!Dahası rejim, diplomatik çözümler vehmine devam etti, hatta Mart 2015'te Hartum'da İlkeler Bildirgesi anlaşmasını imzalamıştır ki bu anlaşma, barajın inşasının meşruiyetini ilk kez tanımış olup Etiyopya'ya gerekli yasal ve uluslararası korumayı sağlamıştır.
Bu anlaşma, Mısır'ın tarihsel payına ilişkin herhangi açık bir taahhüt içermediği gibi Mısır ve Sudan'ın paylarını garanti altına alan 1959 anlaşmasının metinlerini de fiilen iptal etmiştir. Daha da kötüsü anlaşma, Etiyopya'yı aşağı havza ülkelerine zarar vermemeye zorlamak yerine Mısır'ı Etiyopya ile iş birliği yapmaya zorlamıştır!
Bunun ardından Avrupa ve Afrika'nın gözetimi altında bir dizi saçma müzakere turları gerçekleştirilmiş olup her bir yeni müzakere turuyla birlikte Etiyopya, baraj inşaatının veya doldurma işleminin bir başka aşamasını tamamlamıştır. Bugün ise birçok doldurma operasyonları ve kısmi çalıştırma işleminden sonra Mısır'a geriye “su varoluşsal bir meseledir” ve “ulusal güvenliğimizin tehlikeye atılmasına izin vermeyeceğiz” gibi retorik beyanatlardan başka bir şey kalmamıştır; oysa gerçeklikte baraj Mısırlıların hayatını tehdit eden bir emrivaki haline gelmiştir.
Bu konuda Etiyopya'yı karar verici olarak görmek yanlıştır.Zira Amerika Birleşik Devletleri, projenin gerçek sponsoru ve en büyük faydalanıcısıdır; bu yüzden finansman ve uluslararası destek açısından, Amerikan ve Batılı şirketler araştırmalara, finansmana ve teknik desteğe katılırlarken uluslararası kurumlar aracılığıyla da siyasi destek sağlanmıştır.Ayrıca Amerika, Mısır için suyun, diğer ülkeler için petrolün olduğundan daha önemli olduğunu da bilmektedir.Dolayısıyla Amerika barajı, mevcut rejimin diktelerine boyun eğer bir şekilde kalmaya devam etmesi için bir baskı kartı ve herhangi bir siyasi değişiklik veya gelecekteki devrimlere karşı kullanmak için de bir yedek kart haline getirmiştir; bu ise barajın varlığı veya çökmesinin Mısır'a doğrudan tehdit oluşturmasının dışında su akışında %10'luk bir azalma (5,5 milyar metreküp) bile bir milyon dönüm tarım arazisinin kaybı anlamına gelmektedir. Şayet su seviyesi %20 azalırsa, 20 milyon insanın hayatı doğrudan etkilenecektir. Tek başına bu bile Mısır ekonomisini felç etmek ve ülkeyi kaosa sürüklemek için yeterli olup barajın çökmesi durumunda da Sudan ve Mısır'ı vurabilecek felaketler ise Etiyopya'yı etkilemeyecektir.
Bu nedenle baraj sadece Etiyopya'nın projesi değildir, aksine aynı zamanda Mısır'ın kalbini hedef alan stratejik bir Amerikan silahıdır.
İslam ise suya, ümmete ait bir kamu mülkiyeti olarak bakmakta olup bu mülkiyetin tekelleştirilmesi veya düşmana teslim edilmesi caiz değildir. Zira Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur: الْمُسْلِمُونَ شُرَكَاءُ فِي ثَلَاثَةٍ: فِي الْمَاءِ وَالْكَلَإِ وَالنَّارِ“Müslümanlar üç şeyde ortaktırlar: Suda, merada ve ateşte.”Böylece Nil suyu hakkındaki herhangi bir ihmalkârlık, büyük bir ihanettir; çünkü bu, ümmetin tüm hakları konusundaki bir ihmalkârlıktır.Dolayısıyla devletin görevi, su kaynaklarını korumak ve bunun için güç kullanılması gerekse bile suya olan erişimi garanti altına almaktır.
Ayrıca şeriat, “Vacibin ancak kendisiyle tamamlandığı şey de vaciptir” kaidesine ve insan hayatının korunmasına karar vermiştir; dolayısıyla Nil'in kaynaklarını kontrol etmek ve bunları güvence altına almak şerî bir vaciptir.Bu yüzden hiçbir koşulda Etiyopya veya herhangi bir yabancı gücün Mısır'ın ve halkının hayatı hakkında karar vermesi caiz değildir.
Peki şayet bir devletimiz ve bir halifemiz olsaydı nasıl olurdu?
Eğer Müslümanların, kendilerini İslam'a göre yöneten gerçek bir devleti olsaydı, hiçbir gün Rönesans Barajı'nın inşasına izin verilmez, aksine devlet, sularına yönelik herhangi bir tehdidi önlemek için ilk andan itibaren her yönden harekete geçecek, ümmetin su hakkını güvence altına almak için Nil'in kaynaklarını kontrol altına alacak; hatta düşman bir güç, Müslümanların hayatını tehdit eden bir barajın inşası üzerinde ısrar ederse, onu güçle engelleyecektir.Nitekim Allahu Teala şöyle buyurmuştur: وَقَاتِلُوهُمْ حَتَّى لَا تَكُونَ فِتْنَةٌ وَيَكُونَ الدِّينُ كُلُّهُ لِلَّهِ“Fitne kalmayıncaya ve din bütünüyle Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın!” [Enfal 39]Ancak bugün olan şey ise, Mısır rejimi, ülkenin kaderini sömürgeci tarafından belirlenen ve Etiyopya'yı caydırabilecek tek bir silahtan, yani güçten vazgeçiren uluslararası hukuka bağlamıştır.
Uluslararası ve yerel raporlar, Mısır'ın gerçek bir felaketin eşiğinde olduğunu vurgulamaktadır
Kişi başına düşen su miktarı: yılda 550 metreküp civarında (1.000 metreküp su, yoksulluk sınırının altındadır demektir) düşmekte olup 2050 yılına kadar 330 metreküpe düşmesi beklenmektedir.
Tarım: 8 milyon dönümden fazla alan Nil suyuna bağımlıdır; yani su kıtlığı, geniş alanların çoraklaşmasına ve buğday, pirinç ve mısır üretiminde düşüşe yol açarak ithalata olan bağımlılığı daha da artıracaktır.
Gıda: Mısır halihazırda yılda 12 milyon tondan fazla buğday ithal etmekte, daha fazla su sıkıntısı yaşanması durumunda ise dışa olan bağımlılık daha da artacaktır.
Enerji: Etiyopya’daki baraj 6 bin megawatt'tan fazla enerji üretirken, Mısır ise karşılığı olmayan su açığı riskiyle karşı karşıya kalmakta, bu da ekonomik açığı artırmaktadır.
Sağlık ve çevre: Nil Nehri'nin akışındaki azalma, deltadaki suyun tuzluluk oranını artırarak milyonlarca insanın hayatını sağlık ve tarım sorunlarıyla tehdit etmektedir.
Mısır rejimi, sadece baraj ve onun tehditleri karşısında çaresizce beklemekle kalmamış, aksine bunun ötesine geçerek insanların yaşamlarını ve sağlıklarını etkileyen saçma politikalar izlemiş, su açığını telafi etmek için de arıtılmış atık su, hatta bazen de yetersiz arıtılmış su kullanmaya başlamıştır. Nil'in kaynaklarını özgürleştirmek veya Mısır'ın meşru payını güvence altına almak yerine, atık suyu geri dönüştürmeye ve tarımsal kullanım için, hatta bazen de insanların günlük yaşamlarıyla ilgili kullanımlar için pompalamaya başvurmaktadır!
Bu davranış, yalnızca idari başarısızlık veya teknik eksikliklerden ibaret değildir, aksine aynı zamanda sistematik bir siyasi suç niteliğindedir; zira halkı hastalık ve salgınların ortasında yaşamaya zorlamakta ve rejimin barajı yasallaştırması, ilkeler anlaşmasını imzalaması ve ardından saçma müzakerelerin rehinesi olmayı kabul etmesiyle kendi oluşturduğu krizin bedelini de halka yüklemektedir.Daha da kötüsü, resmi medya bu yaklaşımı “akıllı çözüm” veya “ulusal yenilik” olarak sunarken, gerçekte bu, halk için toplu bir ceza olup, rejimin suçlarının ve ihmalkârlığının bedelini halka ödetmeye devam etmektir.
Tıbbi raporlar ve çevresel araştırmalar, tarımda atık suya güvenmenin böbrek yetmezliği, karaciğer hastalığı (viral hepatit-viral bir enfeksiyona bağlı olarak gelişen karaciğer iltihabıdır) ve kimyasal kirliliğin neden olduğu kanserler gibi ciddi hastalıkların bulaşmasına yol açtığını ortaya koymaktadır. Ayrıca bu kullanımdan kaynaklanan toprak ve yeraltı suyu kirliliği, tedavileri zor olan uzun vadeli etkilere neden olmaktadır. Sanki rejim halka şöyle diyor: “Sizin su hakkınızı geri kazanmak için mücadele etmeyeceğiz, aksine sizi, hayatınızı tehdit eden şeyle sulayacağız!”
Bu davranış, Mısır rejimine atfedilen rol ile tamamen uyumlu olup bu rol ise, halkı evcilleştirmek ve onu iç krizlerle meşgul etmek olup her türlü doğal hakkı yöneticinin halka bahşettiği bir lütuf haline getirmektir.Yaşamın kaynağı ve insanların meşru hakkı olan su, “Size bir alternatif bulduğumuz için Allah'a hamd edin” şeklindeki bir şantaj aracı haline gelmiştir; oysa bu alternatif, yavaş yavaş öldüren bir zehirden ibarettir.
Öte yandan İslam, suyun, şeriatın Müslümanlar arasında ortak bir mülkiyet haline getirdiği kamu kaynaklarından olduğunu açıklamış olup suyu manipüle etmek, tekelleştirmek veya düşmanın merhametine bırakmak caiz değildir; o halde halk kirli atık suyla sulanırken, nasıl olur da Nil nehrinin suyu Amerikan yönetiminin elindeki Etiyopya'ya bir rehin olarak bırakılabilir?
Bu politika, rejimin krizi çözmek için değil, aksine boyun eğdirme ve bağımlılığın devamını sağlayacak şekilde yönetmeye çalıştığını, suyu bir yaşam kaynağı olmaktan bir aşağılama aracına dönüştürdüğünü ortaya koymaktadır.Böylece baraj ve su, iki ucu keskin bir kılıç haline, yani Amerika ve onun aracı Etiyopya tarafından tutulan bir dış silah ve rejim tarafından halkı cezalandırmak ve onu disipline etmek için kullanılan bir iç silah haline gelmiştir.
Suyu tuzdan arındırma veya sulama sistemlerinin geliştirilmesi gibi kısmi çözümler krizi hafifletebilir ancak bunlar, Mısır'ı ve halkını varoluşsal bir tehlikeden koruyamaz; bu yüzden Amerika'ya bağımlılıktan kurtulmanın tek yolu, Mısır, Sudan ve diğer Müslüman ülkeleri tek bir güçlü devlet altında birleştirmek, Nil'in kaynaklarını kontrol altına almak ve suyun akışını ümmetin şeri hakkı olarak güvence altına almaktır.
Bu vizyon, egemenliği şeriata, otoriteyi de ümmete veren, suyla siyasi pazarlardaki bir silah olarak değil, yaşamın bir silahı olarak muamele eden Nübüvvet Minhacı üzere Raşidi Hilafetin gölgesinde gerçekleştirilebilir.
Ey Mısır-Kinane halkı: Su bir hayattır ve onu ihmal etmek ise bir ihanettir; dolayısıyla Etiyopya'da size kalkınmanın bir sembolü olarak pazarlanan baraj, hakikatte boyunlarınıza musallat olmuş bir Amerikan silahıdır. Dolayısıyla ulusal güvenliğinizi koruduğunu iddia eden rejim, aynı zamanda onun ihmal edilmesine imza atan aynı rejimdir.Bu yüzden bugünkü görev, kurtuluşunuzun bu rejimin devam etmesinde ya da uluslararası rejimi beklemekte değil, aksine hayatlarınızı, güvenliğinizi ve haysiyetinizi koruyan İslam projesinin yanında yer almakta olduğunu idrak etmenizdir.إِنَّ اللّهَ لاَ يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتَّى يُغَيِّرُواْ مَا بِأَنْفُسِهِمْ “Şüphesiz ki bir kavim, kendini nefsini değiştirmedikçe; Allah da onları değiştirmez.” [Rad 11]O halde bu azim projeyi taşımak için ayağa kalkın ve suyunu, toprağını ve varlığını koruyan tek bir ümmetin ve tek bir devletin parçası olun.
Allah'ım, bize İslam'ın devletini, otoritesini ve şeriatını geri ver ki bizler bir kez daha onun gölgesinde, yani Nübüvvet Minhacı üzere Raşidi Hilafetin gölgesinde gölgelenelim.
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اسْتَجِيبُواْ لِلّهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُم لِمَا يُحْيِيكُمْ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ وَأَنَّهُ إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ
“Ey iman edenler! Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’ın ve Rasulü’nün çağrısına uyun ve bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer. Yine bilin ki, O’nun huzurunda toplanacaksınız.” [Enfal 24]
Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Said Fazıl - Mısır
Haber - Yorum
Artık Zaman, İkinci Raşidi Hilafet Devleti'nin Gölgesinde Müslümanların Zamanıdır Ey Turki El-Faysal!
Haber:
21Eylül Pazar günü elektronik gazete Sabq, “Turki el-Faysal: Dünya tek kutuplu sisteme veda ediyor ve vahşilerin zamanı, zorluklarla başa çıkmak için bölgesel iş birliğini zorunlu kılıyor” başlıklı bir haber yayınladı. Haberde şöyle geçti: Kral Faysal Araştırma ve İslam Araştırmaları Merkezi'nin Başkanı Prens Turki el-Faysal, dünyanın, “vahşiler asrı” olarak nitelendirdiği tehlikeli bir aşamanın eşiğinde durduğunu belirterek, uluslararası zorluklarla başa çıkmak için Akdeniz ülkeleri arasında iş birliğinin acil bir gereklilik haline geldiğini vurguladı.
Yorum:
Turki el-Faysal, 18 Eylül'de Palermo'da İtalyan Avrupa-Akdeniz Vakfı tarafından düzenlenen “Değişen Dünyada Akdeniz” etkinliğinde bir konuşma yaptı.Uluslararası sistemin çöküşü yeni bir şey değildir; dünyanın dört bir yanındaki fikir erbapları ve politikacılar, yeni yüzyılın başlangıcında bunu öngörmüştü;bu da kapitalist ideolojinin bir bütün olarak iki buçuk asırlık başarısızlığının, küresel sisteme ve 1945'teki İkinci Dünya Savaşı'nın sona ermesinden bu yana Amerika'nın dünya üzerindeki acımasız kontrolüne veda ettiği anlamına gelmektedir.Avrupa-Akdeniz'in durumu ise, Avrupa'nın, Orta Doğu'da sömürgeci Amerika'nın yerine dışlanmış sömürgeci bir rol arayışından başka bir şey değildir.
İslam Araştırma ve Çalışmalar Merkezi'nin Başkanı'nın, gerek kendisinin gerekse dünya çapındaki araştırma merkezlerinin yayınladıklarına dayanarak ve aynı zamanda istihbaratçıların bir adamı olarak, yüz yıldan fazla bir süredir İslami yönetimin yokluğunun ardından birçok kez hayatın acılarını tadan ve şimdi de İslami yönetimin geri dönüşü için çalışan Orta Doğu halkının zihninde neler olup bittiğini ortaya koyması daha uygun olurdu.
Bu ada konuşmacıya bir şeyi hatırlatmadı mı?Bugün Sicilya adasında yabancı bir misafir gibi oturacağına Müslümanların bir an önce gelip orayı fethetmelerinin zamanı gelmedi mi?!
Müslüman politikacılar, dünyaya liderlik etmeye uygun bir sisteme sahiplerken neden liderler olarak değil de başkaları tarafından yönetilen kişiler olarak görülüyorlar?!
Avrupa'ya ise diyoruz ki; Ortadoğu'yu ve onun işini terk edin; çünkü bir asır süren dağılmanın ardından, bu bölgenin kaderini belirleyecek olanlar onun halkı olup Avrupa'nın yapacağı en güzel şey ise ona iyi bir komşu olmak ve sadece kendi işleriyle ilgilenmektir; zira bugünkü durum, Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda olduğu durumun tam tersidir; çünkü Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda Hilafet Devleti yıkılmıştı ama bugün Müslümanlar, Nübüvvet Minhacı üzere Raşidi Hilafeti yeniden kurmaya hazırlanıyorlar.Nitekim Hilafet Devleti, Orta Doğu'da istikrarı korumaya, dünya çapındaki sömürgeci çatışmalara meydan okumaya ve 1648, 1919 ve 1945'te ortaya çıkan çatışmaların anahtarı olan uluslararası hukuku ortadan kaldırarak, zorlamayla değil de gönüllülük esasına dayalı olarak dünya ülkeleri arasındaki ilişkileri düzenlemek için daha önce var olan uluslararası ilişkileri tesis etmeye muktedirdir.
Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Müh. Şefik Hamis – Yemen