Perşembe, 17 Rebiu’s Sânî 1447 | 2025/10/09
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

Sudan... Bol Zenginlikler ve Devam Eden Açgözlülük!

  • Kategori Makaleler
  •   |  

Sudan... Bol Zenginlikler ve Devam Eden Açgözlülük!

Sudan'a, doğa ve servet açısından Afrika'nın en zengin ülkelerinden biri haline getiren zenginlikler bahşeden Allah'a hamd olsun.Zira Sudan, altından nadir minerallere, tatlı sudan geniş düz tarım arazilerine, devasa hayvancılık servetine ve dünyanın en kaliteli petrol türlerinden biri olarak kabul edilen petrole kadar tek bir yerde nadiren bulunan doğal kaynaklar açısından zengin bir ülkedir.

Ancak bu zenginliklerine rağmen, Sudan'daki gerçeklik bu nimetleri yansıtmamaktadır. Aksine uluslararası açgözlülük ve iç çatışmalar nedeniyle bu zenginlikler bir felaket ve ıstırap kaynağı haline gelmiştir.

Güneyin servetleri, bölünmeye açılan kapı olmuştur

2011 yılında Güney Sudan'ın ayrılması bir tesadüf değildi, aksine bu bölgedeki muazzam servetlerin keşfedilmesinin doğrudan bir sonucuydu. Zira orada petrol, altın ve madenlerin varlığının işaretleri ortaya çıktığından beri, eski sömürgeci güçler başta olmak üzere büyük güçler bu bakir kaynakları nasıl sömüreceklerini planlamaya başladılar.

Bunun üzerine ülke uzun iç savaşlara sürüklendi, ardından “özgürlük ve bağımsızlık” sloganları altında mezhepsel ve ırkçı çatışmalar ithal edilirken oysa asıl amaç, servetleri kontrol etmek ve ülkenin birliğini parçalamaktı.

Uluslararası Kriz Grubu'nun (International Crisis Group) bir raporuna göre, 1980'lerde ve 1990'larda güneyde petrolün keşfedilmesi, 2011'de güneyin ayrılmasıyla sonuçlanan kuzey ve güney arasındaki çatışmanın derinleşmesine doğrudan katkıda bulunmuştur.

Bir nimet ve gazap olması bakımından coğrafi konumu

Sudan, sadece servetleri ile değil, aynı zamanda Arap ülkeleri ile Afrika'yı birbirine bağlayan, Kızıldeniz'e bakan ve dokuz ülke ile sınırı olan stratejik coğrafi konumu ile de öne çıkmaktadır. Bu konumu onu, bölgesel ve uluslararası güçlerin ilgi odağı haline getirmiş olup bu güçler burayı, kendi çıkarları için bir geçit kapısı veya hesaplaşmalar için bir çatışma alanı olarak görmüşlerdir.

Böylece Sudan, her yönden açgözlülüğün kuşatması altında kalırken halkı da bu tekrarlanan çatışmaların bedelini ödemektedir.

Afrika Stratejik Araştırmalar Merkezi'nin (Africa Center for Strategic Studies) bir raporunda Sudan, “Afrika Boynuzu bölgesinin jeopolitik dengesinde kilit bir nokta” olarak nitelendirilmiş, bu da onu bölgesel ve uluslararası nüfuz çatışmalarına maruz bırakmıştır.

Hedef alınan bir ümmet ve üzücü bir sessizlik

Sudan'da yaşananlar istisnai bir durum değil, aksine tüm İslam ümmetini hedef alan daha geniş bir sahnenin parçasıdır; zira Irak, Suriye, Lübnan, Filistin, Yemen, Libya... Evet bunların hepsi servetler bakımından zengin ülkelerdir ancak bu ülkeler, dış müdahaleler ve iç çatışmalarla parçalanmışlardır.

Allah Subhanehu ve Teala bu hakikat hakkında bizi, şu kavlinde uyarmıştır:قَدْ بَدَتِ الْبَغْضَاءُ مِنْ أَفْوَاهِهِمْ وَمَا تُخْفِي صُدُورُهُمْ أَكْبَرُ Onların kinleri konuşmalarından apaçık ortaya çıkmıştır. Kalplerinde gizledikleri ise daha büyüktür.” [Al-i İmran 118]

Ancak bütün bu sahnenin en acı tarafı, bütün bunların Arap ve İslam dünyasının sessizliği içinde, hatta bazen pusulasını kaybetmiş ve ümmetin büyük sorunlarına karşın dar çıkarlarla meşgul olan bazı yerel rejimlerin suç ortaklığı veya iş birliğiyle gerçekleşiyor olmasıdır.

Sonuç olarak Sudan potansiyelleri ve servetleriyle büyük bir ülkedir ancak o, önce onun evlatlarının, ardından da tüm ümmetin samimi bir duruş sergilemelerini gerektiren bir sınavdan geçmektedir. Zira bu zenginlikleri korumak sadece siyasi veya ekonomik bir sorumluluk değil, bilakis aynı zamanda şerî ve ahlaki bir görevdir.

Bakın işte Sudan şu anda Darfur'un ayrılması için bir komploya maruz kalmakta olup bu da Sudan'ı devletçiklere bölmek için atılan ikinci bir adımı temsil etmektedir.

Bu planlar hakkında bilinçlenip tek bir saf halinde durmadıkça bir kurtuluş olmadığı gibi ümmete bölünme ve gerilemeden başka bir şey getirmeyen bağımlılıktan kurtulmadıkça da bir kurtuluş yoktur. Bu da ancak Nübüvvet Minhacı üzere Raşidi Hilafetin gölgesi altında tüm ümmeti birleştirecek Allah'ın sağlam ipine geri dönmekle olacaktır. Bu ise aziz olan Allah’a hiç de zor değildir.

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Hüveyde Osman (Ümmü Muaz) – Sudan

Devamını oku...

Abdulmuttalib el-Kaysi’nin Kahramanca Şehadet Operasyonu, Arap Yöneticilerinin Vurdumduymazlığına Rağmen Ümmetin Köklerini Kazıyana Dek Yahudilerle Savaşma İstek ve Arzusunu Ortaya Koyuyor

Ürdün rejiminin, Yahudi varlığına sağladığı tüm güvenlik ve askeri korumaya rağmen, Ürdün’ün evlatlarından kahraman şehit Abdulmuttalib el-Kaysi, dün (18 Eylül 2025 Perşembe) Kerame Sınır Kapısı’ndan Yahudi varlığı tarafına geçerek bir saldırı düzenledi. Gözünü kırpmadan ileri atılan kahraman El Kaysi, Allah yolunda şehitlik mertebesine yükselmeden önce düşman askerlerinden ikisini öldürdü. Biz onu böyle olduğunu düşünüyoruz, ancak Allah katında onu temize çıkarmayız. Fakat bu kahramanlık, cesaret ve kararlılık eyleminin zamanlaması özellikle manidardır. Bu eylem, üç düşman askerinin hayatını kaybettiği Şehit Mahir el-Cazi’nin gerçekleştirdiği kahramanca operasyonun tam birinci yıl dönümünde yaşanmıştır.

- Şüphesiz, bu tür operasyonlar, devam eden cani soykırım ve Gazze’nin yerle bir edilmesi karşısında ümmetin kabaran öfkesinin bir dışavurumudur. Artık ümmetin damarlarındaki kanı kaynıyor ve Gazze ile Filistin’deki kardeşlerine yardım etme emrine icabet etmeye hazırlanıyor. Çünkü Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurmuştur:

وَإِنِ اسْتَنصَرُوكُمْ فِي الدِّينِ فَعَلَيْكُمُ النَّصْرُ“Eğer onlar din hususunda sizden yardım isterlerse, yardım etmek üzerinize borçtur.” [Enfal 72] Ümmet, Yahudilerle savaşmaktan ve onları işgal altındaki topraklardan çıkarmaktan başka bir çözüm görmüyor.

- Bu ümmet, Sahabe gibi kahramanlardan asla yoksun kalmayacaktır. Hal böyle olsa da bu, Yahudi varlığının çevresindeki güç ehli ve orduların, bu ucube ve korkak varlığın zorbalığına son vermek ve gün ortasında birkaç saat içinde onu yok etmek için birliklerini harekete geçirmemesinin hiçbir mazereti olamaz! Bu yüzden artık Mahir el-Cazi’nin, Husam’ın, Amir’in ve son olarak da Abdulmuttalib’in sergilediği üstün kahramanlığın, içinizdeki adam gibi adamların gayret ve hamiyetini ateşlemesinin vakti gelmiştir!

- Yahudi varlığının ve ordusunun vahşi savaşını, insanlığa ve taşlara yönelik soykırımını sürdürmesi, aslında kendi elleriyle kendi mezarlarını kazmaları demektir! Ne Amerika’nın teçhizatı, ne de onun İslam beldelerindeki küstah ve zorbalarının desteği onları koruyamayacaktır. Çevrelerindeki Arap yöneticilerinin hainliği olmasaydı bütün bunlar yaşanmazdı. Bu yöneticiler, halklarının pek yakında kendilerine karşı geri dönülmez bir şekilde ayaklanacağını çok iyi biliyorlar. Bunlar, ümmetin Yahudi varlığını ortadan kaldırmasının önündeki tek engeldir. Ancak eninde sonunda Müslümanların Yahudilerle savaşı, Peygamber SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in müjdelediği gibi gerçekleşecektir.

- Arap yöneticilerinin ABD ve Yahudilere yönelik tüm sadakat ve itaat çabalarına rağmen, artık onlar nezdinde hiçbir kıymetlerinin olmadığı ümmet tarafından anlaşılmıştır. Onlardan birinin rezil Doha Konferansı’nda sarf ettiği ‘biz laf değil eylem istiyoruz’ şeklindeki sözleri, yalandan, sahtekârlıktan ve tiyatrodan başka bir şey değildir. İşte el-Kaysi onlara ‘eylem’ nasıl olurmuş gösterdi; hem de Yahudilerin anladığı dilden! Eğer öyle olmasaydı, Ürdün halkının alkışladığı bu kahramanlığı, kendi devleti neden kınasın ki? Gerekçeleri ne peki? Ürdün Dışişleri’nin iddia ettiği gibi, bu operasyonun Ürdün’ün Gazze’ye yardım etme misyonuna zarar vermesi mi? Bu ne biçim bir bahane! Günahlarınızın çirkinliğinden bile daha beter!

Son olarak Ey Ürdün halkı! Ey Müslümanlar!

Gazze ve halkı, gazaba uğrayanlar ve onların en büyük destekçisi olan ABD’nin ortak saldırısıyla topyekûn bir imha tehdidi altındadır. İki devletli çözüm gibi teslimiyetçi ve haince çözümler, uluslararası sistemin taleplerine boyun eğme ve Avrupa devletlerinin tanımayı planladığı Filistin devleti; bütün bunlar bir serap ve aldatmacadan başka bir şey değildir. Nitekim Amerika’nın müttefiklerine ve Yahudi varlığıyla normalleşme sürecine giren ülkelere yönelik politikaları gözler önündedir. Sırf kendi çıkarlarını gerçekleştirmek ve iktidarda kalabilmek uğruna, Amerikalı, Yahudi, Avrupalı yetkililere ve Birleşmiş Milletler’e nasıl da aşağılayıcı ve bitmek bilmeyen bir şekilde yaltaklanıp durdukları da ortadadır. İktidar koltuğunu ve kişisel çıkarlarını korumak uğruna ümmetin servetini yağmalattılar, evlatlarını ise heba ettiler.

Ümmetin ve ordularının bünyesindeki samimi kişilerin akıllarında ve kalplerindeki mertlik, hamiyet, izzet ve haysiyet duygularının harekete geçmesinin zamanı daha gelmedi mi? Ümmetinizi, yurtlarınızı ve kardeşlerinizi; korkakların zulmünden ve liderlerin boyun eğişinden daha kurtarmayacak mısınız?

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا قَاتِلُوا الَّذِينَ يَلُونَكُمْ مِنَ الْكُفَّارِ وَلْيَجِدُوا فِيكُمْ غِلْظَةً وَاعْلَمُوا أَنَّ اللهَ مَعَ الْمُتَّقِينَ“Ey iman edenler! Kâfirlerden yakınınızda olanlara karşı savaşın ve onlar sizde bir sertlik bulsunlar. Bilin ki, Allah muttakiler ile beraberdir.” [Tevbe 123]

Devamını oku...

Yemen Islah Partisi, Hükümetin Sözde İslami Yüzüdür; İslam İddiasında Bulunur Ama İslam’dan Fersah Fersah Uzaktır!

Yemen Islah Partisi Yüksek Konseyi Başkanı Muhammed Abdullah el-Yedumi, partisinin 35. kuruluş yıl dönümü vesilesiyle 12 Eylül 2025 Cuma akşamı bir konuşma yaptı. Suhail TV’den canlı yayınlanan ve 40 dakikayı aşan konuşmasında el-Yedumi, partisinin iç ve dış gündemine ilişkin tutumunu açıkladı.

Islah Partisi 13 Eylül 1990’da, Yemen’in kuzey ve güneyinin birleşmesinden kısa bir süre sonra Şeyh Abdullah b. Hüseyin el-Ahmar başkanlığında kuruldu. El-Ahmar’ın liderliği, partiye hem aşiretler nezdinde hem de siyasi arenada büyük bir güç kazandırdı. Islah Partisi, 1993 yılında yapılan ilk parlamento seçimlerine katıldı ve 301 sandalyeden yaklaşık 62 sandalye elde etti. Islah Partisi, başlangıçta Ali Abdullah Salih ve Sosyalistlerle üçlü bir koalisyon kursa da, 1994 savaşından sonra Sosyalistlerin çekilmesiyle Salih’in ana ortağı oldu. 1997’den sonra resmi olarak muhalefete geçse de, meclis ve bürokrasi üzerindeki etkisi sayesinde gücünü hep korudu. 2011 devriminden sonra ise partinin gücü daha da arttı ve üyeleri ‘meşru’ olarak adlandırılan hükümette kilit bakanlıkları üstlendi.

Yemen Islah Partisi, liderinin Müslüman Kardeşler ile organik bir bağı olduğu iddialarını reddetse de, siyasi ve ideolojik olarak bu hareketin bir uzantısı sayılıyor. Tüzüğünde İslam’ın siyasî ve toplumsal ıslah yöntemi olduğu yazıyor. Halk da İslâm sloganı nedeniyle onu hükümetin İslami yüzü olarak görüyor. Ancak hakikat şudur ki; İslam, sadece dillerde dolaşan sloganlardan ibaret değildir, hayat için eksiksiz ve kapsamlı bir sistemdir ve bugün onu uygulayan hiçbir devlet yoktur. Zira günümüz dünyasına kapitalist ideoloji hükmetmektedir. İslam sloganı atan bu partiler ise, aslında demokrasi, cumhuriyet, mutlak özgürlükler, faiz (riba), anonim şirketler, toplumsal cinsiyet (gender), Birleşmiş Milletler sözleşmeleri, Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi ile amel etmektedirler ve vatanseverlik gibi kapitalist ideolojiden fışkıran fikirleri savunmaktadırlar. Oysa vatanseverlik yozlaşmış ve düşük bir bağdır. İslâm’a aykırı fikirleri savunanların İslami slogan kullanması onları seküler olmaktan çıkarmaz. Onların İslam sloganını kullanmalarının tek amacı, dinlerine ve inançlarına sadık olan halkı kandırarak etraflarında toplamaktır.

El-Yedumi’nin konuşması incelendiğinde, seküler içeriği ve İslam’ın bir din ve devlet olarak bütüncül yapısından uzaklığı kolayca görülebilir. Partisini ‘demokratik yapının bir parçası’ olarak sunması, ‘vatan’ ve ‘milliyetçilik’ gibi kavramlara sıkça vurgu yapması, ‘cumhuriyetin egemenliği ve kazanımları’ndan bahsetmesi ve Birleşmiş Milletler gibi uluslararası kurumlara atıfta bulunması, bu seküler duruşun göstergeleridir. Bu nedenle insanların, İslam ile kapitalist ideoloji ve bu ideolojinin ürettiği kavramlar arasındaki ayrımı net bir şekilde görebilmeleri ve zihinlerindeki resmin berraklaşabilmesi için bazı konulara açıklık getirilmesi kaçınılmazdır.

Kapitalist ideoloji, dinin hayattan ayrılması esasına dayanır; bu fikir onun akidesini oluşturur. Bu fikri kaideye göre toplumsal düzeni insan belirler; bunun için de inanç, ifade, mülkiyet ve kişisel özgürlüklerin korunması esastır. Mülkiyet özgürlüğünün bir sonucu olarak da kapitalist ekonomik sistem doğmuştur. Dolayısıyla kapitalizm, bu ideolojinin en belirgin özelliği ve akidesinin en öne çıkan sonucu olmuştur. Bu nedenle, ‘bir şeyi en belirgin özelliğiyle isimlendirme’ prensibinden hareketle bu ideolojiye ‘Kapitalist İdeoloji’ adı verilmiştir. Bu ideolojinin ortaya çıkmasının kökeninde, Avrupa ve Rusya’daki Çarların ve kralların, dini, halkları sömürmek, onlara zulmetmek ve kaynaklarını tüketmek için bir araç olarak kullanmaları yatmaktadır. Bu amaçla din adamlarını da bir vasıta olarak kullanıyorlardı. Bu süreç, sert bir fikir çatışmasına yol açtı. Bu mücadelenin ortasında filozoflar ve düşünürler sahneye çıktı; kimisi dini kökten reddetti, kimisi ise dinin varlığını kabul etmekle birlikte hayata karıştırılmaması gerektiğini haykırdı.En sonunda, düşünürlerin çoğu ‘dini hayattan ayıralım’ fikrinde anlaştı. Bu da doğal olarak dinin devlet işlerinden ayrılması sonucunu doğurdu. Peki soruyoruz İslâm eksik midir de onu bırakıp yerine kapitalizmi alalım?! Yaptıkları şey ne kötü!

Kapitalist ideolojinin benimsediği demokrasi ise, insanın kendi nizamını kendisinin koyması ilkesinden kaynaklanır. Bu nedenle millet, egemenliğin kaynağıdır. Anayasaları ve kanunları yapan yasama yetkisi de dâhil olmak üzere devletteki tüm otoritelerin kaynağı halka devredildiği için, sistemleri o koyar, kendisini yönetmesi için yöneticiyi bir nevi hizmet akdi ile görevlendirir, dilediği zaman onu azleder ve yönetileceği sistemi kendisi belirler. Zira yönetim, halk ile yönetici arasında, halkın koyduğu sistemle yönetilmek üzere yapılmış bir hizmet sözleşmesidir. İslam’da ise yasamanın (teşriin) kaynağı vahiydir. Anayasalar ve kanunlar, beşerî yasa koyucular tarafından değil, müçtehitler tarafından gerçekleştirilen şer’i bir kavrayışla, sadece ve sadece vahyin nasslarından (metinlerinden) elde edilir. Bu nedenle İslam, egemenliği halka değil Şeriat’a vermiştir. Bu, İslam ile demokrasi arasında apaçık bir çelişkidir; Bir siyasetçi, İslam’ı inkâr ederse ve Allah’ın şeriatıyla hükmetmeyi emreden ve O’nun şeriatı dışındaki her şeyi reddetmeyi buyuran vahyin nasslarına isyan ederse ancak demokrat olabilir. Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurdu:

وَمَن لَّمْ يَحْكُم بِمَا أَنزَلَ اللهُ فَأُوْلَـئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ“Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.” [Maide 44]

Savundukları ulusal bağ, insanla sınırlı olmayıp hayvanlarda ve kuşlarda da görülen bir bağdır; can, toprak ve ülke tehdit altına girdiğinde belirir, tehdit ortadan kalkınca sönümlenir. Dolayısıyla bu bağın, ilkel, duygusal ve geçici nitelikleri göz önüne alındığında, insan toplulukları için bir temel oluşturmaya uygun olmadığı ileri sürülebilir. Bu bağın temelinde, seküler bir sistemle yönetilen ve Sykes-Picot Anlaşması’nın çizdiği yapay sınırları meşruiyetinin temeli gören ulus devlete bağlılık yatmaktadır. Sykes-Picot, Müslümanların yurdunu zayıf devletçiklere böldü. Bu bölünme de, dünün tek ve köklü ümmetinin evlatları arasına nifak tohumları ekti, ayrılıkları haklı çıkarmak ve nefreti körüklemek için uydurma kimlikler yarattı. Vatanseverlik, İslam ümmeti için şer’i bir ölçüt değildir; zira vela yalnızca Allah’a ait olmalıdır. Günümüzdeki tanımıyla vatanseverlik, zalim hükümetlere ve laik sistemlere itaati meşrulaştırmak ve o kartondan devletçikleri korumak için kullanılmaktadır. Oysa İslam, Müslümanların birden fazla yöneticisi olmasını haram kılmış, hatta Müslümanların başında bir imam varken ortaya çıkan ikinci bir yöneticinin kellesinin uçurulmasını emretmiştir. Vatanseverlik, İslam beldelerinin birbirinden bağımsızlığını ve parçalanmışlığını tanıdı ve kökleştirdi. Ümmet tek bir bütün olmak yerine dağıldı ve zayıfladı. Sonuç olarak milliyetçilik, sömürgeciliğe kapı aralayan bir araç hâline geldi. Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurdu:

أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ يَزْعُمُونَ أَنَّهُمْ آمَنُوا بِمَا أُنزِلَ إِلَيْكَ وَمَا أُنزِلَ مِن قَبْلِكَ يُرِيدُونَ أَن يَتَحَاكَمُوا إِلَى الطَّاغُوتِ وَقَدْ أُمِرُوا أَن يَكْفُرُوا بِهِ وَيُرِيدُ الشَّيْطَانُ أَن يُضِلَّهُمْ ضَلَالاً بَعِيداً“Sana indirilen Kur’an’a ve senden önce indirilene inandıklarını iddia edenleri görmüyor musun? Tâğût’u tanımamaları kendilerine emrolunduğu hâlde, onun önünde muhakeme olmak istiyorlar. Şeytan da onları derin bir sapıklığa düşürmek istiyor.” [Nisa 60]

إِنَّ هَذِهِ أُمَّتُكُمْ أُمَّةً وَاحِدَةً وَأَنَا رَبُّكُمْ فَاعْبُدُونِ“Şüphesiz bu, tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de Rabbinizim. Onun için sadece bana kulluk edin.” [Enbiya 92]

Sözde uluslararası hukukun kökeni, Osmanlı Hilâfeti’nin Avrupa’daki ilerleyişine karşı bir önlem olarak ortaya çıkmasına dayanır. Osmanlı Hilafet Devleti’nin cihat yoluyla Avrupa’da yayılması ve halkları monarşik ve ruhban sınıfı baskısından kurtarma misyonu, kıtadaki Haçlı kralları ve feodal güçleri tehdit etmiştir. Bu tehdide karşı geliştirilen hukuk, günümüzde de aynı misyonu devam ettiren Birleşmiş Milletler’in koruması altındadır. BM, sömürgeci planların uygulayıcısıdır ve son derece sorunlu bir geçmişe sahip bir kurumdur. Bu örgütün kuruluşu, İkinci Dünya Savaşı sonrası 1945’te ABD öncülüğünde San Francisco’da atılan imzalara dayanır. Tarihsel olarak bakıldığında BM, Milletler Cemiyeti’nin bir devamı niteliğindedir. Milletler Cemiyeti’nin kendisi de, kökeni 16. yüzyıl Avrupa’sında ‘İslam tehdidi’ne karşı oluşturulan ‘Uluslararası Aile’ye kadar uzanan bir yapının mirasçısıdır. Bugün Güvenlik Konseyi özellikle İslâm ve Müslümanlara karşı ABD’nin sömürgeci projelerine hizmet eden bir araçtır. Buna rağmen bazı çevreler, örgüte müracaat etmekte, himayesine sığınmakta ve mübelliğlerine başvurmaktadırlar. Akletmiyorlar mı?

Sonuç olarak İslâm, insanın yararını hak ve adaletle gözeten evrensel bir din ve düzendir. Vahiyle indirilmiş bir din ve nizamdır; eksiksiz ve tamdır, kendisine noksanlık ve zayıflık arız olmaz. Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurdu:

الْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي وَرَضِيتُ لَكُمُ الْإِسْلَامَ دِيناً “Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim. Ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Sizin için din olarak İslâm’dan razı oldum.” [Maide 3] Böylesine azametli bir evrensel sistem ve tastamam kâmil bir semavi din söz konusu iken, bir şahsın -Müslüman olması bir yana- onun bir yönetim mekanizmasından noksan olduğunu ve bu eksiğin beşerî menşeli bir sistemle ikmal edilmesi gerektiğini tasavvur etmesi nasıl mümkün olabilir?! Bu, zımnen bu dinin ve sistemin noksanlıkla itham edilmesi ve netice olarak da Allah Subhânehu ve Teâlâ’nın şu kavlinin tekzip edilmesi demek değil midir?

الْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ“Bugün dininizi sizin için kemale erdirdim.” [Maide 3] Eksiksiz ve mükemmel olanın, başka sistemlerle onarılmaya ihtiyacı olmaz. Bu yüzden Müslümanlar, yalnızca İslam’ın yönetim sistemi olan Hilafet’i benimsemeli ve onun dışındaki her şeyi bir kenara bırakmalıdır.

Ey Yemen halkı! Hizb-ut Tahrir olarak biz, sizi ve tüm Müslümanları, tüm samimiyetimiz, ihlasımız ve bilincimizle; BM yasaları ile demokrasi, laiklik ve cumhuriyet gibi Batılı kavramlarla amel etmek gerektiğini söyleyenlerden ve tertemiz dininizle çelişen taifecilik ve mezhepçilik ateşini körükleyenlerden uzak durmaya davet ediyoruz. Bununla birlikte sizleri, İslam’ı eksiksiz ve bütüncül bir şekilde uygulamak, İslami kimliğimizi muhafaza etmek ve Nübüvvet metodu üzere ikinci Raşidi Hilafet’in gölgesinde İslam’la yönetim nizamını yeniden kurma çalışmasına katılmak için bizimle birlikte çalışmaya çağırıyoruz. Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurdu:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اسْتَجِيبُوا لِلَّهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُمْ لِمَا يُحْيِيكُمْ“Ey iman edenler! Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Rasûlü’ne icabet edin.” [Enfal 24]

Devamını oku...

Hizb-ut Tahrir/ Sudan Vilayeti, Şeyh Faruk Hac Abdullah Şeyh Dafaallah ile Görüştü

Hizb-ut Tahrir Sudan Vilayeti Merkezi Temas Komitesi heyeti, 16 Eylül 2025 Salı günü Kalaklat kabilesinin Davet ve Kültür Sekreteri Şeyh Faruk El Hac Abdullah El Şeyh Dafallah ile görüştü. Heyette Komite Koordinatörü Abdullah Hüseyin ve parti üyesi Şeyh Abdülkadir Abdurrahman da yer aldı.

Görüşmede, Batı’nın özellikle ABD’nin kanlı sınırlara sahip yeni Sykes–Picot benzeri bir planla bölgeyi daha da parçalama hedefi konuşuldu. Sudan’ın Güney’inin ayrılmasından sonra şimdi de Darfur’un ayrılarak ülkenin bölünmek istendiği belirtildi. Buna karşı herkesin, özellikle âlimlerin, birlik için çalışma ve halkı bilinçlendirme görevi vurgulandı. Ayrıca, nihai çözüm olarak tüm Müslüman ülkelerin tek bir halife yönetimi altında birleşmesi gerektiği fikri dile getirildi.

Görüşmenin sonunda Şeyh Faruk El Hac Abdullah, ziyaretten duyduğu memnuniyeti dile getirerek heyete teşekkür etti. Hizb-ut Tahrir’in çalışmalarını takdir ettiğini belirten Şeyh, partinin merhum eski sözcüsü Şeyh Ali Said için de dua etti. Hac Abdullah, ümmetin faydasına olacak konularda iletişim halinde kalma ve iş birliği yapma konusunu dile getirdi. Son olarak Şeyh, kendi sekreterliğinin hazırladığı bir vizyon metnini incelenmek üzere heyete takdim etti.

İbrâhîm Usmân [Ebu Halîl]
حزب التحرير
Hizb-ut Tahrir
Sudan Vilayeti Resmi Sözcüsü

Devamını oku...

Hizb-ut Tahrir / Sudan Vilayeti, Doğu Nil’de Bir Protesto Eylemi Düzenledi

Hizb-ut Tahrir/ Sudan Vilayeti gençleri, Doğu Nil’de 17 Eylül 2025 Çarşamba günü öğle namazının ardından Sûk Sitte el-Vahda’daki büyük cami önünde bir protesto eylemi düzenledi. Eylemde, Müslümanlara Darfur’un koparılarak Sudan’ın bölünmesi planını engellemek için güçlü bir duruş çağrısı yapan dövizler taşındı.

Eylemde Müslümanlara bu komployu engelleme sorumluluklarını yerine getirmeleri için çağrı yapan bir bildiri okundu. Çağrı, alandaki katılımcılardan büyük ilgi gördü; öyle ki çok sayıda kişi durup okunan metni dikkatle dinledi.

İbrâhîm Usmân [Ebu Halîl]
حزب التحرير
Hizb-ut Tahrir
Sudan Vilayeti Resmi Sözcüsü

Devamını oku...

Ey Müslümanlar! Gazze Halkı Tamamen Yok Olmadan Önce Onların İmdadına Koşun, Allah’ın Gazabının ve Azabının Hepinizi Kaplamasından Sakının

Yahudi varlığı, Gazze Şeridi’ne yönelik soykırım savaşını aralıksız sürdürüyor. Gazze Şeridi’nde çeşitli sivil yerleşim yerlerinin de hedef alındığı yoğun hava ve kara bombardımanları neticesinde, günlük olarak onlarca insan şehit oluyor ve yaralanıyor. Son birkaç haftadır Yahudi varlığı, Gazze’yi yeniden işgal etme planı doğrultusunda, hem yerel halkın hem de kuzeyden gelen göçmenlerin yoğun olarak yaşadığı Gazze şehrine yönelik acımasız bombardımanını artırmış durumda. Okulları ve sığınma merkezlerini vuran Yahudi varlığı, bütün mahalleleri dinamitleyerek yerle bir ediyor ve tüm bu yıkımın ortasında insanlara bölgenin güneyine kaçmaları için uyarılar gönderiyor.

700 günü aşkın bir süredir devam Gazze’deki soykırım savaşı boyunca Yahudi varlığı, Gazze halkına karşı tarihin en vahşi katliam, yıkım, tehcir ve açlık suçlarına imza attı. Filistin Sağlık Bakanlığı verilerine göre, şehit sayısı 60.000’i, yaralı sayısı ise 100.000’i geçti. Çoğu bebek ve çocuk olmak üzere 400’den fazla masum, açlık ve kıtlık nedeniyle hayatını kaybetti. UNICEF, çocuk beslenmesindeki çöküşün ‘eşi benzeri görülmemiş’ boyutlara ulaştığı konusunda alarm verirken, yapılan son testlerin her beş çocuktan birinin ölümcül düzeyde akut beslenme yetersizliği çektiğini doğruladığını açıkladı. Gazze halkı, o kurak günlerde yaşadıkları vahşetin dehşetini “Sanki kıyamet gününün korkunç manzaralarıydı’ sözleriyle tanımladılar. Zira kan, ceset parçaları, bir deri bir kemik kalmış bedenler ve gece gündüz demeden aralıksız devam eden bombardıman sesleri arasında adeta mahşer gününü yaşıyorlardı.

700 günü aşkın süredir Yahudi varlığı, adına kırmızı çizgi denilen ne varsa hepsini çiğnedi geçti. Artık ne yaşlının, ne kadının, ne çocuğun, ne de anne karnındaki bir ceninin dokunulmazlığı kaldı. Ne hastaneler, ne sığınma evleri, ne camiler ne de kiliseler... Hiçbir yerin kutsallığı kalmadı. Gazze’de sığınılacak güvenli bir yer yok. Ordunun güvenli dediği yerler bile birer ölüm tuzağına, birer katliam alanına dönüştü. Evlerini, yurtlarını terk etmeye mecbur bırakılan sayısız insan, şimdi ne bir ev ne de bir çadır bulabiliyor. Soğuk toprağın üzerinde, üzerlerinde sadece gökyüzüyle hayata tutunmaya çalışıyorlar. İnsanları kontrol altına almak ve öldürmek amacıyla aç bırakma politikası da bir silah olarak kullanılıyor. Özellikle Amerikan yardım dağıtım noktalarında yaşanan olaylarda çok sayıda sivil hayatını kaybetti. Bu süreçte tüm insan, kadın ve çocuk hakları sloganları çöktü ve bu sloganların savunucusu olan devletlerin ve kurumların sahtekârlığı gün yüzüne çıktı.

Ey Müslümanlar! Yahudiler, azgınlıkta sınır tanımıyorlar; Gazze halkını kitlesel olarak katletme ve sağ kalanları sürgün etme planlarını kararlılıkla uyguluyorlar. Liderlerinin küstahça dile getirdiği, Nil’den Fırat’a kadar uzanan bölgede bir devlet kurma yönündeki Tevrat kaynaklı hayallerini gerçekleştirmek için adım adım ilerliyorlar. Arkalarında ABD ve suçlu, kibirli başkanı Trump’ın desteği var. Zulüm ve cürümleri Mübarek Toprağın sınırlarını aşıp Suriye, Lübnan, Yemen, İran ve Katar’a uzandı ve bu daha bir başlangıç! Onlar bu caniliklerinde, yöneticilerinizin ihanetine ve suç ortaklığına güveniyorlar; özellikle de onları koruyan, Gazze halkını boğan ve onlara yardım için atılacak her adımı engelleyen komşu ülkelerin yöneticilerine! O halde, bu hain ve cani yöneticilere karşı bu sessizlik daha ne kadar sürecek? Müslüman ordularındaki samimi yüreklerin ve temiz vicdanların gayret, hamiyet ve mertlik damarlarının kabarmasının hala vakti gelmedi mi? Kardeşleriniz topyekûn yok olmadan önce onların imdadına yetişmeyecek misiniz? Bu zillet dolu sessizliğin ve ihanetin bir sonucu olarak Allah’ın gazabı ve azabı tepenize inmeden önce hem Gazze halkını hem de kendinizi kurtarmayacak mısınız? Allah Subhânehu ve Teâlâ, şöyle buyuruyor:

وَإِن تَتَوَلَّوْا يَسْتَبْدِلْ قَوْماً غَيْرَكُمْ ثُمَّ لا يَكُونُوا أَمْثَالَكُمْ“Eğer O’ndan yüz çevirirseniz, yerinize sizden başka bir toplum getirir, artık onlar sizin gibi de olmazlar.” [Muhammed 38]

Devamını oku...

“Biz Kur’an’ı, insanlara dura dura okuyasın diye âyet âyet ayırdık ve onu peyderpey indirdik.” [İsra 106] Ayeti Üzerinde Düşünmek

  • Kategori Makaleler
  •   |  

وَقُرْآناً فَرَقْنَاهُ لِتَقْرَأَهُ عَلَى النَّاسِ عَلَى مُكْثٍ وَنَزَّلْنَاهُ تَنْزِيلاً

“Biz Kur’an’ı, insanlara dura dura okuyasın diye âyet âyet ayırdık ve onu peyderpey indirdik.” [İsra 106] Ayeti Üzerinde Düşünmek

Kur’an bir defada inmemiştir, aksine olaylar ve durumlarla birlikte peyderpey inmiştir. Peki neden? Çünkü müminleri güçlendirmek ve onlara davetin yolunda adım adım nasıl ilerleyeceklerini öğretmek için. Nitekim Rasul Sallallahu Aleyhi ve Sellem acele etmemiş ve sonuçları hızla talep etmemiştir; aksine insanlara Kur’an’ı, عَلَى مُكْثٍDura dura (ayet ayet, sure sure)” okumuştur. Yani gerçeklikler ve olaylarla birlikte parça parça inmiştir demektir ki böylece mümin biri sağlam bir temel oluşturabilsin ve basiret üzere bir toplum inşa edilebilsin.Vahyin inişindeki bu yaklaşım abes değildir, aksine büyük bir hikmet içindir; bu hikmet de kalpleri güçlendirmek, zihinleri doğru yola yönlendirmek ve İslam'ın taşıyıcılarını emaneti taşıyacak ve liderlik edecek şekilde yetiştirmektir.

Rasul Sallallahu Aleyhi ve Sellem, hemen sonuçları araştırmamış, aksine açıkça tebliğ etme, sürekli amel etme ve somut uygulama yolunu takip etmiştir; bu yüzden belirli zamanlarda insanlara Kur'an okuyor, onların sorunlara çözüm getiriyor, onların Allah ile bağını kuruyor ve onların üzerindeki cehaleti kaldırıyordu ki böylece onlar, dünyaya liderlik edecek adamlar haline gelebilsinler.

Bu ayet bizim önümüze gerçek değişim konusunda büyük bir kaide koymaktadır ki bu da gerçek değişimin, mevsimsel haykırışlar, duygusal heyecanlar veya mucizeleri beklemekle olmayacağı, aksine fikir üzerinde sebat etmek, ümmetle bilinçli bir şekilde kaynaşmak, davet metodu üzerinde sabretmek ve öğretileri açık olan Rabbani siyasi bir proje kapsamında çalışmakla olacağıdır.

Bugün ümmet, küfür sistemleri, yamalı çözümler ve uluslararası sistemden dilenmek arasında bocalayıp durmaktadır; oysa kendisine geri dönmemiz gereken ilk şey, Kur'an, sünnet ve bu ikisinin irşad ettiği sahabenin icması ve şerî illete dayalı kıyastır; ancak Kuran'a geri dönüşümüz, sadece mihraplarda okunan lafızlar ve ölüm anında okunan ayetler şeklinde değil, adımlarımızı yönlendiren bir metot, hayatımıza hükmeden bir anayasa ve devletimizi üzerine inşa ettiğimiz bir kaide şeklinde olmalıdır.

Ümmetin inşası, akliyet ve nefsiyet olarak İslami bir şahsiyet oluşturmak için olmalıdır ki bu şahsiyet ümmeti, sadece kendisiyle mezalimlerin kaldırılacağı, Allah'ın şeriatının tatbik edileceği, adaletin yeniden tesis edileceği ve yeryüzündeki mazlumlara yardım edileceği Nübüvvet Minhacı üzere Raşidi Hilafetin olduğu İslam Devleti'ni kurmak için ciddi bir şekilde çalışmaya yönlendirebilsin.

Ayrıca Allah'ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Mekke'de daveti taşımak için sabretmiş, ashabını hak üzere güçlendirmiş ve Allah ona Medine'de iktidar verinceye kadar güven içerisinde küfür ve batıl ile yüzleşmiştir ki bizim aynı çizgi üzerinde hareket etmemiz gerekir; yani İslam'ı bir risalet ve hayat nizamı olarak taşımalıyız ve yol ne kadar uzun olursa olsun ve ne kadar fedakarlık gerektirirse gereksin İslam'ı gerçeklikte ikame etmek için çalışmalıyız. İşte bu metot bize, değişimin aceleyle veya irticalen olmayacağını, aksine hak üzerinde sebat etmekle, Kur'an'ın anlamlarıyla eğitilmekle ve Allah zaferi bahşedene kadar örgütlü bir şekilde çalışmakla olacağını öğretmiştir.

Bugün bizim de bu yolu izlememiz gerekir:Yani Kuran'ı tefekkür ederek okumalıyız, anlamlarını kavramalıyız, onu insanlara bilinçli bir şekilde taşımalıyız ve Allah'ın istihlaf-egemenlik ve iktidar vaadi gerçekleşinceye ve İslam, Raşidi Hilafet Devleti yoluyla yeniden insanlığa liderlik edinceye kadar Rasul Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in sabrettiği gibi biz de sabretmeliyiz.

Allah Subhanehu ve Teala şöyle buyurmuştur: وَعْدَ اللَّهِ الَّذِينَ آمَنُوا مِنْكُمْ وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُمْ فِي الْأَرْضِAllah, içinizden, iman edip de salih ameller işleyenlere, yeryüzünde mutlaka egemen kılacağına dair vaatte bulunmuştur.” [Nur 55]Dolayısıyla vaat, temennilerle gerçekleşmez, aksine peygamberlerin yolu üzerinde olan samimi bir çalışmayla gerçekleşir; işte sade o zaman ümmet, tabii değil lider, zelil değil izzetli, düşmanlarına değil Rabbine ibadet edeceği sahih konumuna geri dönebilir.

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan

Müeyyid El-Râcihi

Devamını oku...

Dörtlü Tarafından Onaylanan Yol Haritası, Darfur'u Ayırma Planının Uygulanmasına Yönelik Pratik Bir Adımdır!

  • Kategori Haber ve Yorum
  •   |  

Haber-Yorum

Dörtlü Tarafından Onaylanan Yol Haritası, Darfur'u Ayırma Planının Uygulanmasına Yönelik Pratik Bir Adımdır!

Haber:

ABD Başkanı'nın Afrika ve Orta Doğu İşleri Danışmanı Massad Boulos, Dörtlü'nün Sudan'daki savaşı sona erdirmek için yakın zamanda onayladığı yol haritasının net bir zaman çerçevesini içerdiğini söyledi. (Sudan Tribune, 17/9/2025)

Yorum:

ABD başkanının danışmanının bahsettiği yol haritası, Amerika'nın Darfur'un ayrılması planına yönelik adımlarının bizzat aynısıdır.Aslında bu, 30 Ağustos 2025 Cumartesi günü hükümet tarafından yayınlanan bir açıklamaya göre, şu anda tüm Darfur'da yönetici olan Amerika'nın iki ajanı Burhan ve Hemedti arasındaki savaş konusunu gündeme getirmek için Hızlı Destek Güçleri'nin Hartum'dan çekilmesinden önce, yani 2025 yılının Mart ayından bu yana Sudan'ın onayladığı bir Amerikan vizyonudur.

Dörtlü'nün açıklamasında yer alan bu noktalar, Sudan'ın Birleşmiş Milletler Elçisi Haris El İdris'in 10 Mart 2025 tarihinde Genel Sekreter António Guterres'e sunduğu ve hükümetin yol haritası başlığı altında sızdırdığı belirtilen haritayla aynıdır. Son derece gizli ve kişisel olarak işaretlenen bu belge, mevcut gelişmeler ışığında Sudan hükümetinin ülkede barış ve istikrarı sağlama vizyonunu özetlemektedir.

Belgeye göre ateşkes ilan edilecek ve bu süre zarfında Hartum, Kordofan ve El Faşir çevresinden tamamen çekilme ve milislerin varlığını en fazla 10 gün süreyle kabul edebilecek olan Darfur eyaletlerinde bir araya gelme olacaktır.Hartum'da ve Darfur'un dört eyaletinde yaşananlar bizzat budur. Kordofan'daki durum da, özellikle ordunun Barah şehrini kurtarmasının ardından bu yönde ilerlemektedir.

Sonra: (En fazla üç ay içerisinde, yerinden edilmiş kişilerin geri dönüşü ve insani yardımların girdirilmesinin yanı sıra çeşitli devlet kurumlarındaki yaşam ve çalışmanın yeniden tesis edilmesiyle birlikte su, elektrik, yollar, sağlık ve eğitim gibi gerekli altyapının bakımı başlayacak ve bu emrin uygulanması altı ayı geçmeyecektir).Aynı şekilde Hartum'da bizzat meydana gelenler de budur!

Sonra ayrıca belgede şöyle geçmektedir: “Dokuz aylık sürenin tamamlanmasının ardından, isyancı milislerin geleceği, savaş sonrası devletin yönetileceği geçiş dönemini denetleyecek bağımsızlardan oluşan bir hükümetin kurulması ve Birleşmiş Milletlerin gözetiminde ve kimseyi dışlamayan, Sudanlıların ülkelerinin geleceğini belirleyeceği kapsamlı bir Sudan-Sudan diyaloğunun yönetimi konusunda gözetici tarafla bir görüşme ve müzakereye girilebilir.”Nitekim Kamil İdris başbakan olarak atanmış ve hükümetini kurmuştur.

12 Eylül'de, Amerika Birleşik Devletleri, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Mısır'dan oluşan Dörtlü'nün dışişleri bakanları, Sudan'daki savaşı sona erdirmek için bir dizi ilke üzerinde anlaşmaya vardılar ve bu ilkeler arasında, ilk etapta üç aylık bir süre için insani ateşkes ilan edilmesi, ardından derhal kalıcı bir ateşkesin yürürlüğe girmesi ve daha sonra kapsamlı ve şeffaf bir geçiş sürecinin başlatılması yer almaktadır. Dörtlü'nün dışişleri bakanları tarafından yapılan açıklamaya göre, insani yardım ateşkesi Sudan'ın tüm bölgelerine insani yardımın hızlı bir şekilde girdirilmesi imkânı sağlayacaktır.

Görüşmelerde, Sudanlıların geniş meşruiyet ve hesap verebilirliğe sahip bağımsız bir sivil hükümetin sorunsuz bir şekilde kurulması yönündeki beklentilerini karşılamak üzere dokuz ay içinde tamamlanacak kapsamlı ve şeffaf bir geçiş sürecinin başlatılmasını içeren bir zaman çizelgesi belirlenmiştir; bu da Sudan'ın uzun vadeli istikrarı ve devlet kurumlarının korunması için hayati bir önem taşımaktadır.

Meselenin, Hızlı Destek Güçleri'nin yeniden yapılandırılıp bir gerçeklik olarak kabul edilmesi, ardından da Amerika'nın tam gözetimi ve denetimi altında güneyin Halk Hareketi'ne teslim edildiği gibi Darfur’un da ona teslim edilmesi yönünde ilerleyeceği gayet açıktır.

ABD başkanlık danışmanının açıkladığı ve Dörtlü'nün 12/9/2025'te üzerinde anlaştığı hususlara gelince; insanların başına gelen acı ve zararın, onların çektikleri acının, kaybedilen hayatların, dökülen kanların, ülke ve halkının başına gelen yıkım ve tahribatın sorumlusu olan suçluların nasıl cezalandırılacağından hiç bahsedilmemiştir. Allah onları kahretsin, nasıl da döndürülüyorlar!

Ancak üzücü ve hazin olan şey, Sudan halkının bu suçlara karşı kayıtsız kalmasıdır; oysa bu suçlar, tıpkı güneyde olduğu gibi ve şu anda da Darfur'da olduğu gibi ülkedeki kafirlerin planlarının uygulanması için işlenmektedir!Peki alimler, imamlar ve düşünürler neredeler?!Ülkenin muhlis evlatları arasında akil ve hikmet sahibi politikacılar neredeler?Ümmetlerine ve dinlerine sadık olan şerefli ordu içindeki subaylar neredeler; bu planlara nasıl razı olup da bunların uygulanmasına izin verebilirler?!

Müslüman ülkelerin bölünmesinin büyük bir suç olduğunu ve buna izin vermenin ve buna karşı sessiz kalmanın haram olduğunu bilmiyorlar mı? Nitekim Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur: إِذَا بُويِعَ لِخَلِيفَتَيْنِ فَاقْتُلُوا الْآخِرَ مِنْهُمَاİki Halife’ye biat edilirse, onlardan ikincisini öldürün.” [Müslim, Ebu Said el-Hudrî’den tahric etti] Aynı şekilde Müslim, Arcafe bin Esad’dan Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in şöyle dediğini tahric etmiştir: مَنْ أَتَاكُمْ وَأَمْرُكُمْ جَمِيعٌ عَلَى رَجُلٍ وَاحِدٍ يُرِيدُ أَنْ يَشُقَّ عَصَاكُمْ أَوْ يُفَرِّقَ جَمَاعَتَكُمْ فَاقْتُلُوهُ İşiniz (yönetiminiz) tek bir adam üzerinde birleşmiş iken her kim gelir de asanızı parçalamak veya cemaatinizi (birliğinizi) bölmek isterse onu öldürün.”O halde bölünme ve parçalanmaya karşı nasıl sessiz kalınabilir?

Şayet Müslümanların, İslam'ın hükümlerini ikame edecek ve onun şeriatını uygulayacak bir devleti olsaydı, bu planlar gerçekleşemezdi; bu yüzden İslam Devleti’nin kurulması farzdır, dahası farzların tacıdır; zira İslam’da yönetici, ümmeti her türlü kötülükten koruyup kolladığı gibi tüm planlara karşı da korur. Zira Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur: وإنَّما الإمَامُ جُنَّةٌ يُقَاتَلُ مِن ورَائِهِ ويُتَّقَى بهİmam kalkandır, onun arkasında savaşılır ve onunla korunulur.” [Buhari tahric etti]

Ey Sudan halkı, kâfirlerin tüm planlarını başarısızlığa uğratmak için artık bu azim farz için çalışalım mı?

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan

Muhammed Cami (Ebu Eymen) - Sudan

Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER