Salı, 06 Muharrem 1447 | 2025/07/01
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

Polis Cinayetleri: Kapitalist Zihniyetin Ürünü ve Cezasızlık Kültürünün Sonucudur

Kenya’da üç polis memuru, bu ayın başlarında gözaltında hayatını kaybeden 31 yaşındaki blog yazarı Albert Ojwang’ın öldürülmesi suçlamasıyla yargılanıyor. Ojwang’ın ölümü kamuoyunda geniş tepkiye neden olurken, adalet çağrısıyla çeşitli protestolar gerçekleştirildi.

Hizb ut Tahrir / Kenya olarak biz, aşağıdaki noktaların altını çizmek istiyoruz:

Kenya gibi seküler-liberal yönetimlerdeki güvenlik güçleri, aslında İngilizlerin sömürge döneminde halkı kontrol altında tutmak ve muhalif sesleri susturmak için kurduğu bir yapının uzantısıdır. Nitekim 1950’li yıllarda, Kenyalılar kendi kaderlerini tayin etme hakkını savunmaya başlayınca, polis ve İngilizlere bağlı diğer güvenlik birimleri on binlerce Kenyalıyı toplamış ve binden fazlasını darağacına göndermiştir. Belli ki polis, kendi halkını, vatandaşı korumak için değil, iktidarı korumak için potansiyel bir düşman olarak görüyor. Bu yaklaşımın kökeni de zaten halkı korumaya değil, sömürge düzenini ayakta tutmaya dayanıyor.

Seküler-liberal yönetimlerin ideolojisine göre, kâr ve çıkar insan hayatından daha kutsaldır. Bu nedenle yolsuzluk, cezasızlık ve devletin yağmalanması onların düzenine göre normaldir. İşte bu yüzden, onlara göre devletin cellatlarının işlediği cinayetler, her muhalif sesi boğmanın ve soygunlarını örtbas etmenin tek çaresidir. Şunu da belirtmek gerekir ki, bu tür devlet şiddeti sadece Kenya’ya özgü bir durum değil, küresel bir sorundur.

Biz, insan hayatının, daha doğrusu tüm canlıların kutsal ve dokunulmaz olduğunu düşünüyoruz! Devletin görevi, kimseyi kayırmadan, kimseden korkmadan sonuna kadar bu canları korumaktır. İslam inancında, insan hayatını korumak her şeyden önce gelir ve o, Yüce Allah’ın bize verdiği kutsal bir emanettir. İslam, canın kutsal olduğunu söyler, haksız yere bir cana kıymayı kesinlikle yasaklar ve her insanın onurlu bir yaşam sürme hakkının olduğunu belirtir.

Şunu bir kez daha vurguluyoruz: Polis teşkilatı, asıl görevi olan asayişi koruma, yasaları uygulama ve suçları soruşturma sorumluluğunu, ancak ve ancak yakında kurulacak olan Nübüvvet metodu üzere Raşidi Hilâfet yönetimi altında yerine getirecektir. İşkence kesinlikle yasaktır. Bir vatandaşa -inancı ne olursa olsun- kötü davranan veya işkence eden ve suçlu bulunan her polis, mutlaka bunun hesabını verecektir. Bu nedenle polis teşkilatı da kendini tamamen asayişi sağlamaya, vatandaşların canını ve malını korumaya adayacaktır.

Devamını oku...

El Vakiye TV: Hizb-ut Tahrir Bildirisi; Yahudi Varlığı Savaş Uçaklarının Bazı Rejimlerin Hava Sahasını Kullanarak İran’ı Bombalaması ve Ardından Bu Rejimlerin Tek Bir Kurşununa Bile Maruz Kalmadan Güvenli Bir Şekilde Üslerine Geri Dönmesi, Gerçekten

  • Kategori El Vakiye TV
  •   |  

El-Vakiye TV
Hizb-ut Tahrir Bildirisi:
Yahudi Varlığı Savaş Uçaklarının Bazı Rejimlerin Hava Sahasını Kullanarak İran’ı Bombalaması ve Ardından Bu Rejimlerin Tek Bir Kurşununa Bile Maruz Kalmadan Güvenli Bir Şekilde Üslerine Geri Dönmesi, Gerçekten Büyük Bir Utançtır!

 

Ey Ordular:

[ما لَكُمْ إِذَا قِيلَ لَكُمُ انْفِرُوا فِي سَبِيلِ اللهِ اثَّاقَلْتُمْ إِلَى الْأَرْضِ]
“Size ne oldu ki, "Allah yolunda, savaşa çıkın" dendiği zaman yere çakılıp kaldınız?” [Tevbe: 38]

Sunan: Müh. Selahaddin Adada
Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi Müdürü

Bildiriyi Okumak İçin Tıklayınız

Pazartesi, 20 Zilhicce 1446 Hicri - 16 Haziran 2025 Miladi

Daha fazlası için TIKLAYINIZ

el vakiye tv

#طوفان_الأقصى
#الجيوش_إلى_الأقصى
#الأقصى_يستصرخ_الجيوش
#AksaTufanı
#OrdularAksaya
#ArmiesToAqsa
#AqsaCallsArmies

el vakiye tv

Devamını oku...

Tahran’ın, Katar'da Bulunan ABD Üssü El Udeyd'i Füzelerle Vurması Daha Önceki Senaryonun Bir Tekrarı Mı

  • Kategori Haber ve Yorum
  •   |  

Haber-Yorum

Tahran’ın, Katar'da Bulunan ABD Üssü El Udeyd'i Füzelerle Vurması

Daha Önceki Senaryonun Bir Tekrarı Mı

Haber:

Yahudi varlığının İran'ın askeri ve nükleer hedeflerini vurmasıyla 12 gün önce başlayan savaş, ABD'nin hafta sonu İran'ın nükleer tesislerine B-2 uçaklarıyla düzenlediği bombardımanla farklı bir yöne evrildi. Tahran dün akşam misilleme olarak Katar'da bulunan ABD üssü El Udeyd'i füzelerle vurdu. (hurriyet.com.tr, 24/06/2025)

Yorum:

Öncelikle İran’ın Yahudi varlığına saldırması ve Katar’daki Amerikan üssünü vurması sevindirici bir durumdur; ancak İran’ın saldırısıyla birlikte gelişen olaylara bakıldığında şöyle bir soru gündeme geliyor; İran’ın bu saldırıları Yahudi varlığı ve Amerika ile gerçek bir savaşa girdiğinin göstergesi mi yoksa bu, daha önceki senaryonun bir tekrarı mı?

İran’ın gerçekliğini anlamak adına, İran’ın geçmişine ve Amerika ile olan ilişkisine çok kısa bir göz atalım:

Amerika, Humeyni’nin Şah’ı devirmesine ve onu Paris’ten getirerek iktidarın dizginlerini teslim almasına yardım edip İran da Amerika’nın yörüngesinde hareket etme sözü vermesiyle İran’ın bölgedeki rolü başlamış oldu. Zira 1980’lerde ilk Suriye devrimi patlak verdiğinde İran, Amerika’nın tabisi Esad rejimini desteklemiş ve Lübnan’daki Tevhid Hareketi gibi İslami grupları ona teslim olmaya zorlamıştı. 2011 yılından bu yana devam eden ikinci Suriye devriminde ise askerlerini ve yandaşlarını, rejime karşı ayaklanan ve Hilafetin ve Allah’ın hükmünün ikame edilmesi çağrısında bulunan Suriye'deki Müslüman halkla savaşmaları için göndermiştir.

Ayrıca İran, Afganistan ve Irak’ın işgalinde de Amerika’yı desteklemiş, yandaşlarının bu işgale destek vermelerini sağlamış, 2014’ten bu yana ise Amerika ve ajanlarına karşı ayaklanan Müslümanlara karşı onun yanında savaşmalarını sağlamış ve Yemen’de iktidarı ele geçirmek için de ABD destekli Husileri desteklemiştir.

Ayrıca Yahudi varlığının Gazze’ye yönelik savaşının başlamasından bu yana İran’ın Yahudi varlığına yönelik zarar verici hiçbir saldırıda bulunmaması ve Yemen’de desteklediği Husilerin de Gazze’nin yanında olduklarını söyledikleri halde, fırlattığı füzelerin Yahudi varlığını dizginleyecek veya ona zarar verecek bir etkisinin olmaması İran’ın bu gerçekliğini teyit eden başka bir göstergedir.

Nitekim Amerika, İran’ın bölgede gösterdiği tüm eylemlerinin kendi bilgisi dahilinde gerçekleştiğini ifade eden birçok açıklamalarda bulunmuştur. Örneğin ABD Başkanı Donald Trump, seçim kampanyası sırasında 11 Haziran 2023'te yayımladığı bir videoda destekçilerine şu açıklamayı yapmıştır: “İran, Kasım Süleymani’nin öldürülmesinin ardından bizden, kamuoyu önünde itibarını korumak için üslerimize füze fırlatmayı talep etti.” Ve şöyle dedi: “İranlılar bizi aradılar ve başka seçeneğimiz yok, itibarımızı kurtarmak için sizi vurmamız lazım dediler. Ben onları anladım. Çünkü onları vurursak bir şeyler yapmaları gerekiyor. Belli bir askeri üsse 18 füze fırlatacağız ama endişelenmeyin, füzeler üsse ulaşamayacak dediler.” Ve şöyle ekledi: “O geceyi hatırlıyorsunuz. İlginç bir gece. Gergin olmayan tek kişi bendim çünkü ne olacağını biliyordum. İran’ın fırlattığı füzelerden 5’i üssün üzerinden uçtu ve geri kalan füzeler ise üs bölgesinin dışında patladı. Bu hikayeyi daha önce hiç anlatmadım ama milletimize ve ülkemize duyulan saygının boyutunu bilmeniz için şimdi konuştum.” İşte bu da İran’ın Amerika olan ilişkisinin boyutunu ortaya koyan başka bir gerçekliktir.

Şimdi gelelim Tahran’ın, Katar'da bulunan ABD Üssü El Udeyd'i füzelerle vurmasına; bu konuya tam bir netlik kazandırma adına The New York Times'da bugün (24/06/2025) yayımlanan ve gazetenin Birleşmiş Milletler Büro Şefi ve İran ve Orta Doğu haberlerinden sorumlu muhabiri Farnaz Fassihi'nin imzasının olduğu bir haberi aktaralım; “İran Katar'daki ABD üssünü hedef alan füzeleri ateşlemeden önce bir çıkış yolu arayışı içindeydi. Hatta İran Yüksek Ulusal Güvenlik Konseyi'nin dün sabah yaptığı olağanüstü toplantıda, ABD'nin saldırısına nasıl cevap verileceği konuşuldu. İran altta kalmak istemiyordu. Nitekim savaş planlarına vakıf olduğu belirtilen ancak isimleri açıklanmayan dört İranlı yetkilinin verdiği bilgiye göre Hamaney, ABD'ye verilecek cevabın belli sınırlar içinde kalmasını ve böylece ABD'yle topyekûn bir savaşa girmekten kaçınılmasını istedi. Yetkililer İran'ın bölgedeki bir Amerikan hedefini vurmak istediğini ancak ABD'den gelecek yeni saldırıları da önlemek istediğini vurguladı. Ayrıca gazeteye konuşan iki Devrim Muhafızları üyesi de El Udeyd Hava Üssü'nün iki sebeple vurulduğunu belirtti. Birinci sebep buranın bölgedeki en büyük Amerikan üssü olması ve hafta sonu düzenlenen B-2 saldırılarının koordinasyonunda bu üssün kullanıldığına inanılması, ikinci sebep ise Katar İran'ın yakın bir müttefiki olduğundan, hasarın nispeten minimumda tutulabileceğinin düşünülmesiydi. Yine yetkililerden biri, Katar'daki Amerikan üssüne saldırı öncesinde planın, hiçbir Amerikan askerinin öldürülmemesi olduğunu vurguladı. Zira üste yaşanacak herhangi bir can kaybının Amerikalıların da karşılık vermesine yol açarak yeni bir saldırı döngüsünü başlatabileceğinden endişeleniliyordu. Saldırının ardından Trump'ın yaptığı açıklamada İran'ın ateşlediği 14 füzeden 13'ünün düşürüldüğü, herhangi bir can kaybı ya da yaralanma olayı yaşanmadığı ve hasarın minimumda olduğu vurgulandı. Hatta Trump, dikkat çeken bir açıklama yaparak İran'a "erken uyarı verdikleri için" teşekkür etti ve bu sayede can kaybı yaşanmadığını belirtti.Tahran yönetimi ise saldırıyı kamuoyuna "Amerikalıların İran'a saldırmasının bedeli" olarak sundu. İran Silahlı Kuvvetleri sözcüsü kameraların karşısına çıkarak, saldırıyı Devrim Muhafızları'nın gerçekleştirdiğini belirtti ve "Düşmanlarımızı uyarıyoruz: Vur kaç çağı sona ermiştir" diye konuştu. İran devlet televizyonunda yapılan yayınlarda da İran'ın emperyalist güçlere karşı aldığı zaferden övgüyle bahsedildi.” [Gazeteden yapılan alıntı bitti]

Gazetede geçen metinlere dikkat edilirse İran, yapacağı tüm eylemlerini, Amerika’nın göstereceği tepki üzerine kurgulamaktadır. Zira yukarıdaki haberde de geçtiği üzere İran'ın ateşlediği 14 füzeden 13'ünün düşürülmesi ve herhangi bir can kaybı ya da yaralanmanın olmaması bunun en iyi kanıtıdır. Bu da aslında İran’ın Amerika’ya zarar verecek ciddi bir saldırıda bulunmadığına, sırf halkına karşı itibarını korumak adına böyle bir saldırıda bulunduğuna işaret etmektedir. Zaten İslam ve Müslümanların düşmanı kafir Trump, İran’ın Amerikan askeri üssüne yönelik saldırısı hakkında şöyle bir açıklamada bulunarak bu gerçeği ortaya koymuştur: “Erken uyarı verdikleri için" İran'a teşekkür ediyorum, bu sayede can kaybı yaşanmamıştır.” Bir düşmanın kendisine yapılan saldırıdan dolayı teşekkür ettiği nerede görülmüş Allah aşkına?

Ne yazık ki tüm bu göstergeler, İran’ın, Amerika ve Yahudi varlığına karşı ciddi bir savaşa girmediğine, Allah’a, Rasulü’ne ve başka izzetli Gazze halkı olmak üzere tüm müminlere ihanet ettiğine, sadece kendi şahsi çıkarları uğruna hareket ettiğine, Müslümanların masum kanlarını hiç umursamadığına işaret etmektedir. Bu yüzden tüm Müslümanların, bu gerçeğin farkına varıp ivedilikle Yahudi varlığına ve Amerika’ya haddini bildirecek, tüm Müslümanların kanlarını, canlarını ve namuslarını koruyacak ve dünyanın herhangi bir yerindeki tek bir Müslümanın feryadına bile devasa ordularla karşılık verecek Raşid bir Halifeyi nasbetmeleri gerekir.

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan

Ramazan Ebu Furkan

Devamını oku...

Amerika, Yine Uluslararası Hukuku Çiğniyor!

  • Kategori Haber ve Yorum
  •   |  

Haber-Yorum

Amerika, Yine Uluslararası Hukuku Çiğniyor!

Haber:

ABD Başkanı Donald Trump Pazar akşamı, ABD hava kuvvetlerinin İran'ın nükleer programının üç önemli tesisini başarılı bir şekilde bombaladığını açıkladı. (BBC)

Yorum:

İran topraklarına yönelik bu Amerikan saldırısı, hangi bahaneyle gerçekleştirilmiş olursa olsun, sözde "uluslararası hukukun", büyük güçlerin zayıf ülkeleri sömürgeleştirilmesini meşrulaştırmak için tasarlanmış bir aldatmacadan başka bir şey olmadığının açık bir örneğidir.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üyeleri arasında, belirli bir uluslararası sorunun çözümü konusunda bir mutabakat olduğunda, uygun kararı alıp hukuki meşruiyet kisvesi altında iradelerini zorla dayatırlar. Bu gibi durumlarda da herkes uluslararası hukukun üstünlüğünden bahseder.

Bu durum örneğin, Libya diktatörü Muammer Kaddafi'nin devrilmesine fiilen izin veren 1973 sayılı kararda görülmüştür.

Büyük güçler arasında bir anlaşma olmaz ve ortak bir tutum veya askeri bir koordinasyon sağlanamazsa, o zaman “uluslararası hukuk” bir anda kolayca göz ardı edilebilecek boş bir slogana dönüşmektedir.

Benzer bir olay 2003 yılında da yaşanmıştır; zira ABD, Güvenlik Konseyi'nden karar almada başarısız olunca Irak'ı tek başına işgal etmeye karar vermiştir.Bundan önce 1999 yılında da NATO ülkeleri Yugoslavya'yı işgal etmiş, ardından da 2008 yılında Rusya Gürcistan'ı, 2014 ve 2022 yıllarında ise Ukrayna'yı işgal etmiştir.

Her seferinde buna benzer bir şey yaşandığında, saldırgan devlet, "sivillere özen gösterme", "ihlal edilen adaleti yeniden sağlama" veya diğer parlak sloganlar gibi suçlarını güzel bir kılıf altında sunmaya çalışmaktadır.

Örneğin Ukrayna krizi, “Avrupa sorunu” olarak bilinen çerçevede büyük güçler arasında yaşanan hararetli ve rekabetçi bir çatışmayı temsil etmektedir. Ayrıca Rusya, uluslararası hukuka bağlı kalmanın kendi varlığını tehdit ettiğini algılamasının ardından, tüm uluslararası anlaşmaları ve yükümlülüklerini hiçe sayarak Ukrayna'yı işgal etme kararı almıştır.

İran'a yönelik saldırıya gelince, ABD yine uluslararası hukuku çiğnemiştir.Aslında ABD'nin nükleer gücü, nükleer silaha sahip olduğu varsayılan Yahudi varlığıyla birlikte, başka bir bağımsız ülkeye tek taraflı olarak iradesini dayatmaktadır.Kayda değerdir ki ben bu yorumda, İran'ın son on yıllar boyunca ABD'nin Ortadoğu politikalarının en önemli uygulayıcılarından biri olmasına rağmen ABD'nin İran'a yönelik gerçekleştirdiği saldırının hakikatini hariç tutuyorum.

Bir yandan ABD, Amerika'nın bu şımarık çocuğu, Gazze Şeridi'ndeki Filistin halkına karşı akla gelebilecek her türlü savaş suçu işlemesine rağmen Yahudi varlığını kınayan herhangi bir BM Güvenlik Konseyi kararını veto hakkını kullanıyor.

Öte yandan da Amerika, BM Güvenlik Konseyi'nin, -bu kez Rusya'nın- veto hakkı nedeniyle İran'a karşı askeri güç kullanımına izin veren bir karar çıkarmayacağının bilincinde olarak İran'ın nükleer tesislerine tek başına bir saldırı düzenliyor.

Aslında “uluslararası hukuk” mefhumunun gerçekten olması imkansızdır; çünkü ‘hukuk’ ve “uluslararası” mefhumları doğası gereği birbiriyle bağdaşmamaktadır. Bunun ise üç nedeni vardır:

1- Kanun, temsili (yasama) organ, yani iktidar otoritesi tarafından çıkarılan normatif hukuki bir işlemdir.Bu durumda tanım uyarınca uluslararası bir yönetim otoritesinin olması imkansızdır.

2- Kanun uygulanabilir olması gerekir, yani uygulanması için bir mekanizmanın olması gerekir.Devlet içinde bu tür bir mekanizma, kolluk kuvvetlerinde mevcuttur.Uluslararası düzeyde ise bu mümkün değildir; çünkü mevcut “barış güçleri", sadece bireysel ülkelerin ordularından müteşekkildirler.Bu ordular rolü gereği, örneğin bu koruma kendi ülkeleri için bir tehlike oluşturursa veya çıkarlarına aykırı olursa, uluslararası hukuku veya diğer ülkelerin egemenliğini ve çıkarlarını asla korumayacaktır;tıpkı Ukrayna krizinde ve saldırgan devlet olan Rusya Federasyonu ve bu anlaşmanın diğer imzacıları tarafındanBudapeşte Memorandumunun ihlal edilmesinde olduğu gibi.

3- Kanun, ilişkileri düzenler ve bu düzenleme sadece tek bir toplum çerçevesinde uygundur; zira aktörler egemenlik sahibi devletler olduğunda onun uygulanması imkansızdır;çünkü her ülkenin, kendi çıkarları doğrultusunda diğer ülkelerle ilişki kurma veya ilişki kurmaktan kaçınma konusunda egemenlik hakkı vardır.

Uluslararası hukuk fikrinin ortaya çıkmasından bu yana, Batılı hukukçular arasında bu kuralların özü konusunda anlaşmazlıklar olmuştur.Nitekim birçok kişi, onun bağlayıcı gücü konusunda şüpheye düşmüştür.Örneğin Immanuel Kant, Thomas Hobbes, John Austin ve Georg Hegel gibi Batılı düşünürler ve hukukçular genel bir uluslararası hukukun varlığını inkar etmişlerdir.

Ancak daha sonra bu fikrin propagandasını yapan büyük güçlerin baskısı altında, sözde “uluslararası hukuk” uluslararası ilişkilerde kabul gören bir gerçeklik haline gelmiştir.

Sonuç olarak uluslararası hukuk ve tüm kurumları, ABD, Rusya, İngiltere, Fransa ve Çin gibi ülkeler arasındaki çatışma ve rekabetin bir aracı haline gelmiştir.Bu arada diğer ülkeler, halkları, kaynakları ve toprakları, bu büyük güçler tarafından bu “hukukun” suç amaçlı kullanılmasının kurbanları haline gelmiştir.

Bugün dünyanın birçok yerinde yaşanan istikrarsızlık halinin temel nedeni işte budur;zira Filistin, İran veya Ukrayna halklarının çektiği acılar, büyük güçlerin işlediği sonu gelmeyen suçlar zincirinin sadece küçük bir halkasıdır.

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan

Fazıl Hamzaev - Ukrayna

Devamını oku...

Kötü Alimler Ümmet İçin Bir Vahamet ve Dine İhanettir!

  • Kategori Makaleler
  •   |  

Kötü Alimler Ümmet İçin Bir Vahamet ve Dine İhanettir!

Ümmetin üzerine felaketlerin arka arkaya geldiği ve muhlislerin düşmanlarının zincirlerinden kurtulmak amacıyla Allah'ın kudreti sayesinde güçlerini yeniden canlandırmak için hareke geçtiği bir dönemde Batı, bu uyku halini uzatmak için çeşitli kurnaz yöntemlere başvurmuş olup bu yöntemlerden biri de, yöneticilerinin dünyaları için dinlerini satan kötü alimlerdir;zira bu kötü alimler, yöneticilerin saraylarının sakinleri, onların zulümlerinin muhafızları ve sapkınlıklarının haklı göstericileri olmuşlardır.Bu yüzden onlar, ümmete düşmanlarından daha çok zarar vermektedirler; çünkü onlar, din adına içeride ümmete darbe vuruyorlar ve sahte fetvalarla zulmü meşrulaştırıyorlar.Dolayısıyla onların, Allah'a itaat etmektense yöneticiye sadakat gösterdiklerini, zulmün karşısında sustuklarını ve batılı güzelleştirdiklerini görürsünüz; yani bu ajanlar, Allah’ın şeriatını sırtlarının arkasına atmaktan hiç utanç duymuyorlar, sultana hizmet etmek için nâssları tahrif ediyorlar, yöneticinin emretmesi halinde Allah’ın mubah kıldığını haram kılıyorlar ve Allah’ın haram kıldığını da mubah kılıyorlar! Onların uyuşturucu fetvalarla ümmeti saptırmaları da cabası; zira fasık bile olsa yöneticiye karşı çıkmayı haram sayıyorlar ve “zalime karşı sabretmek, fitne çıkarmaktan daha iyidir” diye fetva veriyorlar ve yöneticiye itaat etmek için tüm hükümleri geçersiz hale getiriyorlar; sanki zulme karşı direnmek ve onu değiştirmek için çalışmak bir fitneymiş ve zulme ve insan yapımı hükümlere razı olmak bir dinmiş gibi!

Nitekim Kur'an bu kişileri zemmetmiş ve onları, kâfirlere, müşriklere, hatta Ebu Cehil'e bile yakıştırılmayan sıfatlarla nitelendirmiştir; zira Allahu Teala şöyle buyurmuştur: فَمَثَلُهُ كَمَثَلِ الْكَلْبِ إِن تَحْمِلْ عَلَيْهِ يَلْهَثْ أَوْ تَتْرُكْهُ يَلْهَثْ “Onun durumu tıpkı köpeğin durumuna benzer: Üstüne varsan da dilini çıkarıp solur, bıraksan da dilini sarkıtıp solur.” [Araf-176] Aynı şekilde şöyle buyurmuştur: كَمَثَلِ الْحِمَارِ يَحْمِلُ أَسْفَاراً(Onlar), ciltlerce kitap taşıyan merkebin durumu gibidir.” [Cuma 5] Dolayısıyla onlar ilim taşırlar ama ittika etmezler, Kitab’ı okurlar ama onu tahrif ederler demektir; Nitekim örnekler ve vasıflar, zaman içindeki tüm kötü alimlere intibak etmektedir. Dolayısıyla bu kötü alimler, “istikrar” adına baskıyı meşrulaştırıyorlar, “fitne” adına tağut yöneticinin devrilmesini haram kılıyorlar; sanki İslam, zulmü ve yöneticilerin, hakkı haykıranlara işkence etmekten masumları öldürmeye kadar işledikleri suçları kutsamak için gelmiş gibi. Yine bu kötü alimler, “yöneticiye sadakat” adına dini rahiplerin ayinlerine dönüştürdüler ve dini sadece ibadetlerle sınırlandırdılar; sanki Sallallahu Aleyhi ve Sellem, hem mihrabın dostu hem de cihadın kahramanı değilmiş gibi. Ayrıca kötü alimler, boş konulardaki tartışmalarla oyalanıyorlar ve hayati meselelerini göz ardı ediyorlar; böylece onlar, zehirli fetvalarıyla ümmetteki direniş ruhunu öldürüyorlar, bâtılı din kisvesine büründürüyorlar ve İslam'ın içini boşaltıp onu sadece otoritenin sloganlarına dönüştürerek kendilerine güvenen kamuoyunu yanıltıyorlar!

Muhammed ibn Cafer şöyle diyor: “Fakihler, Rasullerin emanetçileridirler; eğer fakihlerin sultanlara meylettiklerini görürseniz, onları suçlayın.” Dolayısıyla onlara işitip itaat edilmez ve fetvaları da alınmaz. İmam İbn Kayyım Rahimehullah şöyle diyor: “Eğer bir alimin, birçok kez sultanın kapılarına gittiğini görürsen, bil ki o hırsızdır.” O halde Müslümanlar, ilmi bir meta, fetvayı bir binek ve dini de insanlara üstünlük sağlamak için bir vasıta haline getirenlerden sakınsınlar.

Allah’ım, bu alimleri, tiranların karşısında duracak ve ümmeti Allah'ın emirleri doğrultusunda yönlendirecek Ahmed bin Hanbel ve Şafii gibi alimlerle değiştir.

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan

Hatice Salih

Devamını oku...

Radikal Hindu Yönetimi Altındaki Hindistan Hükümeti, ‘Ulusal Soruşturma Ajansı’nı Karanlık Emelleri İçin Bir Maşa Olarak Kullanmayı Sürdürüyor ve Bir Kez Daha İdeolojik ve Dürüst Bir Siyasi Parti Olan Hizb-ut Tahrir’in İtibarını Karalamaya Çalışıyor

Hindistan Ulusal Soruşturma Ajansı (NIA), 14 Haziran 2025 tarihinde, “Hizb-ut Tahrir davası” olarak bilinen soruşturma kapsamında Madhya Pradeş eyaletine bağlı Bhopal şehrinde üç noktaya ve Racastan eyaletine bağlı Jhalawar’da ise iki ayrı adrese eş zamanlı baskınlar düzenledi. Hindistan Ulusal Soruşturma Ajansı (NIA), Hizb-ut Tahrir’e yönelik yürüttüğü soruşturma kapsamında gerçekleştirdiği son baskınların, örgüte karşı “ek delil toplama” amacı taşıdığını öne sürdü. Ajans, operasyonlar sırasında “örgüte ait suç unsuru içeren dijital cihazlar ve materyallere” el konulduğunu iddia etti. Oysa sözde suç delili diye el koyduğu materyaller, çoğunlukla sadece kitaplar ve defterlerden ibarettir! Öte yandan, bu baskınlar öncesinde Carkhand eyaleti Terörle Mücadele Birimi’nin aynı soruşturma kapsamında iki kişiyi gözaltına aldığı öğrenildi. Hindistan hükümeti, 10 Ekim 2024’te küresel bir hilafet kurma çabası içerisinde olduğu ve bunun da “terör ve aşırılık” içerdiği gerekçesiyle Hizb-ut Tahrir’in faaliyetlerini yasaklamıştı.

Ancak daha önce de vurguladığımız gibi, NIA’nın Hizb-ut Tahrir veya gençlerine yönelik bu alçakça iftiraları ispatlayamadığı artık herkesin malumu! Gerçek şu ki, şimdiki hükümet de dahil olmak üzere Hindistan’daki ardışık hükümetler, sistematik bir şekilde Müslümanları, kabile halklarını ve toplumun dışlanmış kesimlerini (Dalitleri) ırkçı politikalar ve baskıcı yasalarla hedef almıştır. Hindistan’da, aralarında İsyan Yasası, Yasadışı Faaliyetleri Önleme Yasası, Ulusal Güvenlik Yasası ve Silahlı Kuvvetler Yasası’nın da bulunduğu bir dizi mevzuat, muhaliflerin bastırılması ve Müslüman nüfusun intimidasyonu (yıldırılması) için birer araç olarak kullanıldı. Bu yasal araçların sistematik kullanımı, toplumsal bir korku atmosferinin yerleşmesine ve Müslümanların de facto olarak ikincil bir vatandaşlık statüsüne indirgenmesine neden oldu. Mevcut yönetim bu politikaları daha da derinleştirdi; temel anayasal haklar üzerinde ciddi kısıtlamalara gitti ve Müslümanlardan, abartılı ve aşağılayıcı bir biçimde sadakatlerini ispat etmelerini istedi. Tüm baskılara rağmen Hindistan’ın Müslümanları, imanlarının sarsılmaz kalesinden ve tarihin onlara bıraktığı zengin mirastan aldıkları kuvvetle direnmeye devam ediyorlar. Kutuplaştırıcı milliyetçi masallara boyun eğmeden, dimdik duruyorlar.

Hindistan’daki Halkın Sivil Özgürlükler Birliği’nin (PUCL) yaptığı yeni bir araştırma, ülkenin tartışmalı terörle mücadele yasası olan UAPA’nın uygulanmasındaki endişe verici bulguları ortaya koydu. Araştırmaya göre, 2015-2020 yılları arasında bu yasa kapsamında tutuklanan 8.371 kişiden sadece 235’i mahkûm edildi. Bu durum, %2,8 gibi son derece düşük bir mahkûmiyet oranına işaret ediyor ve tutuklananların %97,2’sinin, yıllarca haksız yere hapis yattıktan sonra beraat ettiği anlamına geliyor. Hindistan Yüksek Mahkemesi’nin eski başkanı D. Y. Chandrachud bile, terörle mücadele yasalarının muhalif sesleri bastırmak için kullanılmaması gerektiğini söylemesine rağmen ardışık hükümetler Müslümanları hedef almaya devam ediyorlar. Bu durum, adil yargılamalar olmaksızın uzun süreli tutuklulukları ve toplumda bir korku ikliminin oluşmasına zemin hazırlıyor.

Hindistan’da görülen çok sayıda dava, baskıcı yasaların Müslümanlara karşı sistematik bir yıldırma aracı olarak kullanıldığını ortaya koyuyor. Bu davalarda sanık olan birçok kişi, hayatları tamamen altüst olduktan yıllar, hatta on yıllar sonra suçsuz bulunarak beraat etmiştir. Tamil Nadu eyaletindeki Hizb-ut Tahrir davası bu durumun en çarpıcı örneklerinden biridir. Ağır suçlamalara rağmen iddianamede güvenilir hiçbir delil sunulmamıştır. Bu durum, Hindistan devletinin terörle mücadele yasalarını azınlıklara karşı bir baskı aracı olarak kullandığını, ifade özgürlüğünü kısıtladığını ve Müslüman topluluklarda korku iklimi yaratmak için bu yasaları istismar ettiğini gözler önüne seriyor.

RSS (Rashtriya Swayamsevak Sangh) hareketinin desteklediği aşırılıkçı Hindu hükümeti, ülke yönetimindeki büyük başarısızlıklarını örtbas etmek amacıyla kamuoyunu manipüle etmeye devam ediyor. Bu yüzden Müslüman kuruluşları ve bireyleri hedef alıyor. Hükümet, bir yandan Vakıflar Yasası’nın değiştirilmesi ve üç talakın suç haline getirilmesi gibi tartışmalı ve adaletsiz olarak nitelendirilen yasaları onaylarken, diğer yandan çok daha acil çözüm bekleyen krizleri göz ardı ediyor. Bu krizlerden bazıları şunlar:

• 49 milyon dosyanın beklediği çökmüş bir yargı sistemi.

• Korkutucu bir ekonomik eşitsizlik; zira nüfusun %1’lik kesimi ülke servetinin %40’ından fazlasını kontrol ederken, kişi başına düşen milli gelir sadece yaklaşık 2.830 dolardır (dünya sıralamasında 130’uncu sıralarda).

•İşsizlik oranı %7,6’ya ulaşmış durumda ve bu durum, milyonlarca insanı kırılgan ve belirsiz yaşam koşullarına mahkûm ediyor.

•İhmal ve yolsuzluğun kangren gibi sardığı bu köhne devlet sağlık sistemi, çoğu çocuk sayısız masumun canına mal oldu ve olmaya devam ediyor.

Bu esnada, Hindistan’ın Manipur, Gucarat, Uttar Pradeş, Madya Pradeş ve Uttarakhand gibi eyaletlerinde, ötekileştirilmiş topluluklara yönelik hem devlet destekli hem de ırkçı nitelikteki saldırılar devam ediyor. Keyfi ev yıkımları, yargısız infazlar ve cezaevlerinde işkence gibi yöntemler bu uygulamalardan birkaçı. Bütün bunlar, mevcut hükümetin önceliklerinin halkın gerçek ihtiyaçlarıyla örtüşmediğini, tam aksine doğru ve sağduyulu bir yönetim anlayışından tehlikeli bir şekilde uzaklaştığını gözler önüne seriyor. Bu vesileyle, bir kez daha şu çağrımızı yineliyoruz:

Hindistan hükümetini ve Ulusal Soruşturma Ajansı’nı, bir nebze olsun sağduyulu davranmaya, mevcut tutumlarını yeniden değerlendirmeye ve Hizb-ut Tahrir’e yönelik yaklaşımlarını düzeltmeye davet ediyoruz.

1- Hizb-ut Tahrir, ideolojisi İslam olan ve 50’den fazla ülkede faaliyet gösteren siyasi bir partidir. Parti, İslami inanca dayalı barışçıl çalışmalarıyla tanınan açık bir geçmişe sahiptir.

2- Pek çok hukukçu ve insan hakları savunucusunun, partiyi şiddete başvurmadan, mücadelesini fikri ve siyasi alanda yürüten bir siyasi hareket olarak tanımladığı ve bu yönünü takdir ettiği çok iyi biliniyor.

3- Hizb-ut Tahrir, ister demokratik, ister baskıcı, isterse de monarşik olsun, ne tür bir rejim altında olursa olsun, faaliyetlerini yalnızca İslam Ümmeti içerisinde yürütmekte ve adının terörle anılmasına yol açacak hiçbir eylemin içinde asla yer almamaktadır.

4- Partinin temel amacı, İslam dünyasında Raşidi Hilafet’i yeniden kurmaktır. Bu kutlu yolda yegâne güç kaynağı önce Cenâb-ı Hak, sonra da Ümmet’in sarsılmaz iradesidir. Bu yüzden, tüm baskılara rağmen davasından asla taviz vermeden kararlılığını sürdürmektedir. Nitekim, Hindistan’ın ünlü lideri Mahatma Gandhi de, özellikle 1919-1922 yılları arasındaki dönemde kaleme aldığı yazılarında, (Osmanlı Hilâfeti’nin korunmasını savunan) bu fikre destek vermiştir.

5- Hizb-ut Tahrir’in benimsediği değişim yöntemi, doğrudan Peygamber SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in hayatından esinlenmekte olup; diyalog, fikrî tartışma ve inançsal netlik üzerine kuruludur.

6- Partinin tüm yayınları ve literatürü, internet siteleri, basılı kitaplar ve hatta Amazon gibi büyük platformlar aracılığıyla herkesin erişimine açıktır. Bu durum, partinin kamuya açık entelektüel diyaloğa olan bağlılığının bir göstergesidir.

7- Hizb-ut Tahrir, on yıllardır sürdürdüğü yıllık konferanslar geleneğini bu yıl da devam ettirdi. Dünya çapında düzenlenen etkinlikler arasında en dikkat çekeni, Nisan 2025’te Amerika Birleşik Devletleri’nde gerçekleştirilen ve hiçbir resmi engelleme veya tutuklama yaşanmadan tamamlanan Hilafet Konferansı oldu. Peki, başka her konuda Amerika’dan direktif alan Ulusal Soruşturma Ajansı yetkilileri, bu bariz gerçeği nasıl görmezden gelebiliyor?

Dünyanın bilge insanlarına soruyoruz: Hangi “terörist” örgüt kitaplarını en popüler internet sitelerinde satar ve onlarca yıldır halka açık konferanslar düzenler?

En büyük İslami siyasi hareketlerden biri olarak kabul edilen Hizb-ut Tahrir, her geçen gün yıldırılmaya boyun eğmediğini ve geri adım atmadığını aksine İslam ümmetinin Hilafet’i kurma yönündeki özlemlerinin sözcüsü olduğunu kanıtlamaktadır.

Buradan, başta alimlerimiz olmak üzere tüm İslam ümmetine sesleniyoruz: Hizb-ut Tahrir, dünya Müslümanlarının yeniden dirilişi için bir rehber olma görevini samimiyetle sürdürmektedir. Parti, 1953 yılında Mübarek Toprak Filistin’de yetişen değerli alim, kadı ve düşünür, Ezher mezunu Şeyh Takiyyuddin en-Nebhani (Allah rahmet eylesin) tarafından kurulduğu ilk günden bu yana, Peygamber’in yolundan asla sapmamıştır.

Son olarak, Hindistan’daki Müslüman kardeşlerimize o şanlı ecdadını hatırlatmak isteriz: Şeyh Seyyid Ahmed Şehid’i, Şah Veliyullah Dehlevi’yi, İmam-ı Rabbani Ahmed Sirhindi’yi ve Şeyh-ul Hind Mahmud Hasan Diyubendi’yi -Allah hepsinden razı olsun- hatırlayın! Onların, İslam ümmetinin izzetini ve şerefini yeniden yüceltmek için nasıl canlarını feda ettiklerini ve bu kutlu dava uğrunda son nefeslerini verdiklerini asla unutmayın. Ey Hindistan Müslümanları! Artık ayağa kalkın! İkinci Raşidi Hilafet’i yeniden kurmak için çalışın! Ve Allah yolunda hiçbir kınayıcının kınamasından korkmayın!

Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyuruyor:

يُرِيدُونَ أَن يُطْفِئُوا نُورَ اللهِ بِأَفْوَاهِهِمْ وَيَأْبَى اللهُ إِلَّا أَن يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ“Allah’ın nurunu ağızlarıyla (üfleyip) söndürmek istiyorlar. Halbuki kâfirler hoşlanmasalar da Allah nurunu tamamlamaktan asla vazgeçmez.” [Tevbe 32]

Devamını oku...

Büyük Devletler Nasıl Doğar?

Doğrudur, büyük devletler bir gecede doğmazlar. Şüphesiz, kendisinden bir sistemin fışkırdığı bir ideoloji üzerine kurulurlar. Devletin düşüncesi büyük fedakârlıklarda bulunan ve pratik olarak devlete nusret veren bir toplulukta vücut bulmasıyla devlet doğar. Ardından ideolojiyle birkaç on yıl gibi kısa bir sürede dünya liderliğini elde etmek ve ilahi yasalara uygun ölçüleriyle adalet ve merhamet anlayışını hayata geçirmek için yolunda ilerlemeye başlar. Dolayısıyla uluslararası arenada saygın konumunu yeniden kazanmak ve sadece küresel etki elde etmekle kalmayıp dünyaya mesajını iletmek, fikri liderliğini tesis etmek ve zulüm, baskı, kölelik fikirlerine karşı hem entelektüel hem de fiili olarak özgürlüğünü sağlamak isteyen bir ümmetin, duygusallığı, yüzeyselliği ve boş sözleri bırakıp somut eylemlere geçmesi kaçınılmazdır.

Böylesi bir devletin kurulmasına giden yol, aslında oldukça kolay ve işaretleri de son derece belirgindir. Kaldı ki bu devlet, daha önce kurulmuştur, on asrı aşkın bir süre milletler arasında yüce bir konuma erişmiştir ve kuruluşunun tüm adımları ile dayandığı temel kurallar, nesiller boyu kesintisiz bir şekilde aktarılarak günümüze ulaşmıştır. İşte bahsettiğimiz o büyük devlet bu şekilde doğmuştur. İşte Liderimiz ve Önderimiz Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem ve ashabının, Yesrib ehlinden nusret aldıktan sonra devletin ikamesinde takip ettikleri yol budur. Bu metot, Rabbimizden gelen bir vahiy olduğu için, İslam Devleti’ni kurma hedefine ulaştıran değişmez sabit yoldur.

İslam ümmeti, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmettir, son bir asrı aşkın bir süredir tarihinin en zorlu döneminden geçmektedir. Toprakları işgal edilmiş, zenginlikleri ve kaynakları yağmalanmıştır. Gazze’de ve Batı Şeria’da evlatları iki senedir göz göre göre soykırıma maruz kalmaktadır. Hem fertler hem gruplar hem de devletler olarak İslam’dan uzaklaşmış, Allah’a isyanı basite almıştır. İslami kardeşlik bağları zayıflayarak sadece sembolik bir nitelik kazanmış, yerini İslam’ın reddettiği ancak sömürgeci Batılı güçlerin işbirlikçi rejimler vasıtasıyla empoze ettiği ulusçu ve milliyetçi kimlikler almıştır. Bu yapay kimlikler Müslümanları bölmüş, Batı’nın şeytanî planlarını uygulayan bu hain rejimler ümmeti çöküşe sürüklemiştir. Sonuç olarak Müslümanların temel meseleleri, kafir Batının kontrolüne geçmiştir. Savaşların başlangıcından yönetimine, hatta sona erdirilmesine kadar süreçler Batı’nın çıkarları doğrultusunda ilerlemektedir. İran ile Yahudi varlığı arasında yaşanan son çatışma bunun en net ve en canlı örneğidir.

Sonra da varlığını-benliğini paramparça eden, onları acizliğe ve zillete mahkûm eden bu çıkmazlardan kurtulmak için yanıp tutuşan Müslümanlar, ‘Bizim bu ölüm-kalım meselelerimizin, bu dallanıp budaklanmış dertlerimizin çözümü nedir, nerede?’ diye sormaya başlarlar. Bu noktada atılması gereken ilk ve en temel adım, içinde yaşadıkları bu bozuk düzenin ancak köklü ve kapsamlı bir değişimle düzelebileceğini fark etmeleridir. Çünkü mevcut yöneticilerin düzeni içinde reform aramak veya onlarla uzlaşmak gibi parçacı çözümler hiçbir işe yaramayacak, aksine bu çürümüşlüğün ömrünü uzatmaktan başka bir sonuç doğurmayacaktır. Batı’nın kültürel istilası, onların düşünce ve davranış biçimlerini derinden etkilemiş durumdadır. Bu bir realitedir. Bu realite, özellikle ümmetin İslam’la olan bağının zayıflatılması ve İslam’ın hayatlarında hâkim olması idealinden uzaklaştırılmasıyla gün geçtikçe daha da kötüleşmektedir. Bu yüzden, ümmetin yöneticileriyle olan ilişkisine darbe vurmak, yöneticileriyle her türlü bağı koparmak ve bu yöneticileri ve siyasi çevrelerini yönetimden uzaklaştırmak kaçınılmazdır.

Ümmetin bağrında, İslam’ı ve onun Nebevi değişim metodunu hakkıyla kavramış siyasi bir öncünün varlığı her şeyden önemlidir ki, bu vasıf yalnızca Hizb-ut Tahrir’de mevcuttur. İşte bu öncünün en büyük görevi, Hilafet davasını ümmetin omuzlarına bir sorumluluk olarak yüklemek ve bu ideal etrafında sarsılmaz bir kamuoyu ve halk desteği oluşturmaktır. Bu dava, halkın kendi kader meselesi haline geldiğinde, arzulanan köklü değişim için gereken fedakârlık ve mücadele ruhu da doğacaktır. Bu görev, arzulanan radikal değişim için fedakârlık ve mücadele yapmayı ve bir asırdır kayıp olan devletin yeniden kurulması için çalışanlarla birlikte çalışmayı gerektirir. Bu görev, sadece partiye değil, bütün ümmete farzdır. Parti, sadece iktidarı ele geçirmek değil, ümmetle birlikte ve onunla İslam Devletini yeniden inşa etmek için çalışmaktadır. Aksi takdirde, yakın zamanda şahit olduğumuz gibi, sadece vitrindeki yüzler değişecek, ancak İslam’ın yönetime hiçbir etkisi olmayacaktır. Sonuçta, uluslararası ilişkiler ve politikalar kafirlerin arzuladığı şekilde devam edecek ve Müslümanların acı halinde de hiçbir değişiklik yaşanmayacaktır. Müslümanlar yine sömürünün ve zulmün altında yaşamaya devam edeceklerdir!

Ey Müslümanlar! Ey Nebevi Hicret’inin yıldönümünü yaşayanlar! Tarihinizin en büyük hadisesinin neden Hicret olduğunu en iyi sizler bilirsiniz ve bu yüzden üzerinizde bir hak, bir sorumluluk vardır! Unutmayın, Hicret; o büyük devletin gölgesi altında İslam’ın teoriden pratiğe, sözden eyleme geçişidir! O gün Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem, Medine’de o muhteşem devleti kurarak Arap Yarımadası’nı şirkin her türlü karanlığından temizlemiş ve İslam’ın nurunu alemlere taşımak için harekete geçmiştir! Ardından bu dönemi Nübüvvet metodu üzere Raşidi Hilafet izlemiştir. Hilafet, Sahabe-i Kiram’ın oluşturduğu siyasi birikimle, hem içeride hem dışarıda örnek bir yönetim sergilemiştir.

Ey Müslümanlar! Eğer gerçekten izzet, onur, zafer ve sömürgecilikten; zalim yöneticilerinizden ve tağuti uluslararası yasalardan kurtulmak istiyorsanız, uğruna hicret için yollara düşüldüğü İslam Devletini kurmaktan başka çareniz yoktur. Hizb-ut Tahrir, bu devletin nasıl kurulacağının yolunu ve yöntemini net bir şekilde ortaya koymuştur. O halde, bu devleti kurmak için onunla birlikte çalışın. Tarihteki Hicret’e gerçek ve pratik bir anlam kazandırmanın tek yolu budur. İşte, o büyük devlet böyle doğar. O devlet, küfür ve zulüm güçlerine karşı savaşacak ve baskın denk bir güç haline gelecek, onlara karşı zaferler elde edecektir. Unutmayın, bir zamanlar Hidayet ve Rahmet Peygamberi SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in kurduğu o büyük devlet de işte böyle doğmuştur.

وَنُرِيدُ أَنْ نَمُنَّ عَلَى الَّذِينَ اسْتُضْعِفُوا فِي الْأَرْضِ وَنَجْعَلَهُمْ أَئِمَّةً وَنَجْعَلَهُمُ الْوَارِثِينَ“Biz ise, o yerde güçsüz düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve onları (mukaddes topraklara) vâris kılmak istiyorduk.” [Kasas 5]

Devamını oku...

Müslümanların Yöneticilerinin İhaneti Sebebiyle, Amerika’nın İki Vahşi Yaratığı Yahudi Varlığı ve Hindistan, Müslüman Ülkelerin Kutsallığını İhlal Etme Cüretini Göstermektedir

Hizb-ut Tahrir / Bangladeş Vilayeti, bugün 20 Haziran 2025 Cuma günü, cuma namazının ardından başkent Dakka ve Çittagong şehirlerindeki birçok camide Gazze’de devam eden katliamları, aç bırakma politikalarını ve soykırımı protesto etmek ve Yahudi varlığının İran’a yönelik küstah saldırılarını lanetlemek amacıyla kitlesel protesto ve yürüyüşler düzenledi. Etkinliklerde yapılan konuşmaların özeti aşağıdadır:

“Küresel tepkilere rağmen ABD’nin doğrudan desteğiyle Yahudi varlığı, yirmi aydır Gazze’deki Müslümanlara yönelik tarihin en büyük soykırımlarından birini gerçekleştirmektedir. Yahudi varlığı evleri ve hastaneleri yıktı, gazetecileri, doktorları ve yardım görevlilerini öldürdü, Gazze’yi abluka altına alarak halkını aç bıraktı ve yardım dağıtımı sırasında sivil halkın üzerine ateş açtı.

Ümmetin feryatları gökleri titretti, meydanlar “Ordular Gazze’ye” diye inledi, insan hakları örgütleri Refah’a yürüyüşler düzenledi. Ama Yahudi varlığının etrafındaki hain Arap liderler bir adım dahi atmadı, kımıldamadı bile! Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurdu:

لَهُمْ قُلُوبٌ لَا يَفْقَهُونَ بِهَا وَلَهُمْ أَعْيُنٌ لَا يُبْصِرُونَ بِهَا وَلَهُمْ آذَانٌ لَا يَسْمَعُونَ بِهَا أُولَٰئِكَ كَالْأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ“Onların kalpleri vardır ama onunla anlamazlar; gözleri vardır ama onunla görmezler; kulakları vardır ama onunla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da sapıktırlar.” [Araf 179]

Müslümanların ajan yöneticilerinin ihaneti, Amerika’yı daha da azdırdı. Şimdi de ABD, Müslümanlara karşı savaşını daha da genişletmektedir. Gasıp Yahudi varlığına ait uçakların Müslüman ülkelerin hava sahasını kullanarak İran’ı bombaladığını, Suriye’den, Irak’tan, Mısır’dan ve Türkiye’den tek bir kurşuna bile maruz kalmadan sağ salim üslerine geri döndüğünü gözlerinizle gördünüz! Dahası Ürdün’ün başındaki hain yönetici, Yahudi varlığını korumak için kendi ülkesinin semalarında İran’ın füzelerini düşürdü! Yahudi varlığı uçakları İran’ı bombalayıp geri döndüler, bölgedeki yöneticilerin ise bu durumu korkakça bir sessizlikle” seyretmekle yetindiler. Bu yöneticiler, bu alçakça teslimiyetlerinin doğuracağı felaketleri ya umursamadılar ya da bile bile bu sonuçlara göz yumdular.

Amerika, Müslüman dünyasına yönelik çıkarlarına hizmet etmesi için, Yahudi varlığını Arap topraklarında ve Hindistan’daki radikal Hindu grupları kendi politikalarının bir parçası haline getirdi. Çünkü Yahudiler ve müşriklerin Müslümanların en azılı düşmanı olduğunu çok iyi bilmektedir. Nitekim Allah Subhânehu ve Teâlâ söyle buyurdu:

لَتَجِدَنَّ أَشَدَّ النَّاسِ عَدَاوَةً لِلَّذِينَ آمَنُوا الْيَهُودَ وَالَّذِينَ أَشْرَكُوا“İnsanlar içerisinde iman edenlere düşmanlık bakımından en şiddetli olarak Yahudiler ile, şirk koşanları bulacaksın.” [Maide 82] Müslüman ordularının kâfirleri titrettiği, zaferin kokusunun ufka yayıldığı bir anda Amerika’nın emir eri olan hain yöneticiler hemen devreye girip zafer yürüyüşünü durdurdular, ümmeti susturdular, şehitlerin kanını hiçe saydılar! Trump’ın kendi sosyal medya platformu “Truth Social”da yaptığı şu paylaşımı, bu işbirlikçi yöneticilerin nasıl kuklaya dönüştüğünün en büyük kanıtıdır: “İran ve İsrail bir anlaşma yapmalı ve yapacaklar da, tıpkı Hindistan ve Pakistan’ı anlaşmaya vardırdığım gibi... Şu anda birçok telefon görüşmesi ve toplantı yapılıyor.” dedi.

Artık maskeler düşmüş, Batının kirli planlarını uygulayan hainlerin gerçek yüzleri ortaya çıkmıştır! İslam ümmeti artık bu siyasi liderleri devre dışı bırakarak, Filistin, Keşmir ve Arakan gibi gasp edilmiş toprakları özgürleştirmek üzere doğrudan ordulardaki sadık unsurlara çağrıda bulunmaktadır. Ve Allah’ın izniyle, bu çağrı cevapsız kalmayacaktır. Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّمَا الْإِمَامُ جُنَّةٌ يُقَاتَلُ مِنْ وَرَائِهِ وَيُتَّقَى بِهِ“İmam ancak bir kalkandır. Arkasında savaşılır ve onunla korunulur.” [Müslim] Ümmetin gerçek lideri sadece halifedir! Onun bayrağı altında, Amerika’nın kirli eli kesilecek, Yahudi varlığı da Hindutva Hindistan’ı da yerle bir edilecektir Allah’ın izniyle! Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurdu:

لَنْ يَضُرُّوكُمْ إِلَّا أَذًى وَإِنْ يُقَاتِلُوكُمْ يُوَلُّوكُمُ الْأَدْبَارَ ثُمَّ لَا يُنْصَرُونَ “Onlar incitmekten başka size bir zarar veremezler. Sizinle savaşa koyulurlarsa, geri dönüp kaçarlar. Sonra kendilerine yardım da edilmez.” [Ali İmran 111]

Bu sebeple, Hizb-ut Tahrir olarak biz, ümmeti, Nübüvvet metodu üzere Raşidi Hilafet’i ikame etme hedefinde birleşmeye çağırıyoruz! Bu devlet, ümmetin birlik ve onurunu yeniden sağlayacaktır. Ayrıca ümmeti, ordular içindeki evlatlarına Hilafetin kurulması için Hizb-ut Tahrir’e nusret vermeleri yönünde çağrıda bulunmaya davet ediyoruz. Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurdu:

لِلَّهِ الْأَمْرُ مِن قَبْلُ وَمِن بَعْدُ وَيَوْمَئِذٍ يَفْرَحُ الْمُؤْمِنُونَ * بِنَصْرِ اللهِ يَنصُرُ مَن يَشَاءُ وَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ“Önce de, sonra da emir Allah’ındır. O gün Allah’ın zafer vermesiyle müminler sevinecektir. Allah, dilediğine yardım eder. O, mutlak güç sahibidir, çok merhametlidir.” [Rum 4-6]

Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER