Pazar, 30 Safer 1447 | 2025/08/24
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

İster Küçük İster Büyük, Sİze Vaat Edİlen İlahİ Vaat Yakında Yok Olacağınızdır!

  • Kategori Haber ve Yorum
  •   |  

Haber-Yorum

İster Küçük İster Büyük, Sİze Vaat Edİlen İlahİ Vaat Yakında Yok Olacağınızdır!

Haber:

Arap dünyası Netanyahu'nun “Büyük İsrail” hakkındaki açıklamalarını reddetti... (Rai Al Youm)

Yorum:

Netanyahu, yaptığı kısa açıklamada, Tanrının iradesi ve onun seçilmiş halkına olan vaadi olduğunu ve bu büyük projeyi, yani sözde "Büyük İsrail vizyonunu" hayata geçirmek üzere seçilen kişinin de kendisi olduğunu dolaylı olarak değil açıkça ilan etmiştir.

Şam, Ürdün, Irak ve Arap Yarımadası'ndaki aşiretlerin ayaklanması, sana ulaşmadı mı pis herif? Sen bilmez misin ki yeryüzünün adamları yerlerinden kalktığında ancak senin gölgesinde olmayı umduğun krallığının yıkıntıları üzerine bir kez daha oturacaktır.

Nitekim o, normalleşme peşinde soluyan ve büyük bir körlük yolunda yürüyen yöneticiler hariç herkesin bildiği kapalı kapılar ardında dönen şeyleri dile getirmiştir! Bu, Doğu Mason Locası'ndaki büyük bir kör adamın erişebileceği en yüksek bir rütbedir; oysa o, ne görür ne işitir ne de hisseder. Bu yüzden eğer sağ yanağına vurulsa o da sol yanağına vurur, halkı içindeki kötülüğü kabul eder ama bunu da bir ilerleme, yükselme ve siyasi tecrübe olarak görür!

Netanyahu'nun açıklamalarından etkilenen Arap ülkelerinin sergilediği zayıf ve cılız tavır, çekingen ve kısık sese gelince; bu açıklamalara karşı kınama, eleştirme ve içerleme şeklinde olmuştur. Sanki Arap ülkelerinin lisanı hali şöyle diyor; bizi ifşa etme ey Bibi, bu açıklamalarınla bize cehennemin kapılarını açma, sen etkisini ve sonuçlarını ancak Allah'ın bildiği bir bomba patlatıyorsun ve bu bomba senin ve bizim aleyhimize masayı alt üst edebilir ve böylece seninle üzerinde anlaştığımız projelerin de heba olup gidebilir.

Bu ülkelerin tepkisi, kimle ve nasıl konuşacağını idrak eden ve düşmanlarının ve dostlarının kim olduğunu bilen ısrarcı ve cesur birine karşı sıkılgan bir şekilde kınayan birinin tepkisinden başka bir şey değildir; zira şayet bu kınayan ve içerleyen kişiler, erkek gibi bir tepki verselerdi, cevapları, işittiğin değil gördüklerin olurdu. Heyhat ki erkek adam Harun Reşid ölmüştür; şayet aramızda Ömer olsaydı, bu kibirli aşağılık adam ağzını açıp tek bir kelime dahi edemezdi, hatta ondan ve varlığından hiçbir iz kalmazdı.

وَاللَّهُ غَالِبٌ عَلَى أَمْرِهِ وَلَـكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لاَ يَعْلَمُونَ

Allah emrine galiptir. Ancak insanların çoğu bilmezler.” [Yusuf 21]

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Salim Ebu Sebeytan

Devamını oku...

Netanyahu’nun Açıklamaları Kıskacında Yahudi Varlığının Gerçek Yüzü ve Mısır’ın Cılız Tepkisi

Yahudi varlığı Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun ‘Büyük İsrail’ hayalinden ve etnik temizlik ve genişleme planlarından bahsettiği son açıklamaları, bu varlığın liderlerinin kalplerindeki ihanet, sözünde durmama ve İslam topraklarına duydukları bitmek bilmeyen açgözlülük gibi kötücül inançları bir kez daha gözler önüne serdi! Bu açıklamalar, bir dil sürçmesi değildir, aksine Siyonist siyasi ideolojide belgelerle sabit olan planların ve sahada adım adım hayata geçirilen programların somut bir yansımasıdır.

Nitekim Yahudi liderler, çevrelerindeki siyasi iklimi güvenli bulduklarında ve Arap rejimlerini ya çaresiz ya da işbirlikçi gördüklerinde, yayılmacı emellerini pervasızca dile getirmeyi alışkanlık haline getirmişlerdir. Eğer Netanyahu, o muazzam ordusuna, o devasa halkına ve o stratejik konumuna rağmen o koskoca Mısır’ın iradesine kilit vurulmuş olduğunu ve Kahire’deki mevcut siyasi düzenin, “barış” adı verilen ihanet anlaşmaları çerçevesinde, Yahudi varlığının güvenliğini sağlamak ve onunla güvenlik-askerî işbirliğini sürdürmek üzerine inşa edildiği bilmeseydi, bu küstahça sözleri sarf edebilir miydi?

ABD Başkanı Donald Trump da daha önce “İsrail çok küçük” diyerek onu genişletmek gerektiğini söylemişti. Bu açıklamalar, ister gasıp varlığın bir yetkilisinden ister Batı’daki destekçilerinden gelsin, Yahudi varlığını sağlamlaştırmak ve nüfuzunu genişletmek amacıyla bölgenin haritasını yeniden çizmeye yönelik bütünleşik bir siyasi, güvenlik ve ekonomik projenin varlığını doğrulamaktadır.

Aslında herkesten çok Mısır’ın o sözde ulusal güvenliğini tehdit eden bu açıklamalara karşı Mısır Dışişleri’nin verdiği resmi tepki, yalnızca ‘kınama ve açıklama talep etmek’ oldu. Sanki ortada Mısır’ın egemenliğine, topraklarına ve kaynaklarına yönelik doğrudan bir tehdit yokmuş da, basit bir medya polemiği veya siyasi bir yanlış anlama varmış gibi davranıldı!! Kahire’deki işbirlikçi yönetim ne alarm durumuna geçti, ne ümmeti seferberliğe çağırdı, ne de Siyonist tehditlere karşı tek bir ciddi adım attı! Bu sessizlik ve eylemsizlik, bu rejimin ihanetinin ve acizliğinin en büyük kanıtıdır!

Aslında Mısır rejiminin bu pısırık tepkisi yeni değildir, aksine adımlarını uluslararası ve bölgesel taahhütlere göre şekillendiren bir politikanın devamıdır. Bu taahhütlerin başında ise, Mısır ordusunun hareket kabiliyetini sınırlayan ve hem Sina’nın hem de bölgenin güvenliğini ABD ve müttefiklerinin vizyonuna bağlayan Camp David Anlaşması gelmektedir. Böylece ölüm kalım meseleleri, soğuk ve ruhsuz diplomatik dosyalara dönüştürülmüştür. Bu dosyalar, bir yandan halkı afyon gibi uyuşturan, diğer yandan düşmanın yüreğine ‘endişelenme, her şey yolunda’ diye su serpen göstermelik açıklamalarla idare edilmektedir. Halbuki bu dosyaların, toprağı ve onurunu korumak için ciddi adımların atıldığı birer mücadele meydanı olması gerekirdi.

Mısır rejimi, tıpkı diğer Müslüman ülkelerdeki rejimler gibi, işgalciyle savaşmayı emreden İslam inancına göre değil de kendi sığ çıkarlarına ve uluslararası bağlantılarına göre, özellikle de Yahudi varlığının güvenliğini sağlama ve varlığını garanti altına alma kaygısına göre hareket etmektedir. Dolayısıyla verilen o cılız tepki, Yahudi varlığıyla aralarındaki o can ciğer dostluğun özüne halel getirmeden, sadece halkın gazını almaya yönelik göstermelik bir çabadan ibarettir.

Aslında bu açıklamalar ve barındırdığı tehditler ile yayılmacı projeler, Müslümanlara karşı açılmış yeni bir savaşın ilanıdır. Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurmuştur:

  وَلَا يَزَالُونَ يُقَاتِلُونَكُمْ حَتَّى يَرُدُّوكُمْ عَنْ دِينِكُمْ إِنِ اسْتَطَاعُوا“Onlar, güç yetirebilseler, sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam ederler.” [Bakara 217] Bu gerçeğin en bariz örneği Yahudilerdir: Geçmişte verdikleri sözlerden dönmüşler, anlaşmaları bozmuşlar, Müslümanlarla savaşmışlar ve İslam Devleti’ne karşı putperestlerle iş birliği yapmışlardır. Bugün de onların torunları atalarının yolundan giderek aynı ihaneti tekrarlıyorlar. Hatta Batı’dan aldıkları destekle daha da ileri giderek, çok daha vahşi ve acımasız bir şekilde işgal, sürgün, katliam ve yurdundan etme suçlarını işliyorlar.

Yahudi varlığı, Mısır rejimi de dahil olmak üzere tüm Müslüman coğrafyasındaki rejimleri, kameralar önünde ne kadar atıp tutsalar da, kendi sınırlarının ücretli bekçileri ve güvenliğinin sigortası olarak görmektedir. Çünkü acı gerçek şu ki Mısır rejimi, yalnızca Amerika’nın kendisi için çizdiği çizgiler içinde hareket etmektedir. Bu çizgiler ise Yahudilerin güvenliğini, Müslümanların kanı ve onurunun dahi üstünde tutmaktadır.

Netanyahu’nun son açıklamaları ile Trump’ın önceki ifadeleri bir arada değerlendirildiğinde, Yahudilerin doymak bilmez iştahının sadece Kudüs, Batı Şeria ve Gazze ile sınırlı olmadığı, asıl hedeflerinin Sina, Nil ve Arap coğrafyasının bazı bölgelerini de yutmak olduğu açıkça görülür. Bu bir siyasi komplo teorisi değildir, bizzat kendi literatürlerinde yazan ve açıkladıkları kirli planlarının bir parçasıdır. Bu yüzden onlara karşı sergilenecek en ufak bir rehavet, bu karanlık emellerini gerçekleştirmeleri için onlara sonuna kadar kapı aralamak demektir. Bu açıklamalar, aslında düşmanın, sadece toprağını değil, tarihini ve dinini de yutmak için plan yaptığına dair her bir Müslümana bir mesajdır, kulağına küpe olması gereken bir uyarıdır. O yüzden artık lafı bırakıp, ihanet belgelerini korumakla değil, tek gayesi Allah yolunda cihat olan bir orduyla harekete geçme vakti gelmiştir!

Ey Mısır Kinane halkı! Yahudi liderlerin ve Batılı hamilerinin açıklamaları, niyeti gayet açık mesajlardır. Bu mesajlara verilecek cevap, kınama bildirileri veya diplomatik girişimler değil, düşmana sahada yeni bir gerçekliği dayatacak olan somut eylemlerdir.

Ey Kinane askerleri! Sahip olduğunuz güç ve ülkenizin konumu, size Allah katında çok büyük bir sorumluluk yüklüyor; sakın bu tarihi fırsatı kaçırmayın. Çünkü Yahudilerle olan bu mücadele ve savaş, bir inanç ve varoluş mücadelesidir ve tek çözümü Filistin’in tamamen özgürleştirilmesidir. Bu nedenle sizin göreviniz, bu işgalci yapıya karşı topyekûn bir savaş ilan etmek, onu bu Mübarek Topraktan söküp atmak ve ümmetin gasp edilen otoritesini geri almaktır.

وَلَيَنْصُرَنَّ اللهُ مَنْ يَنْصُرُهُ إِنَّ اللهَ لَقَوِيٌّ عَزِيزٌ * الَّذِينَ إِنْ مَكَّنَّاهُمْ فِي الْأَرْضِ أَقَامُوا الصَّلَاةَ وَآتَوُا الزَّكَاةَ وَأَمَرُوا بِالْمَعْرُوفِ وَنَهَوْا عَنِ الْمُنْكَرِ وَلِلَّهِ عَاقِبَةُ الْأُمُورِ“Şüphesiz ki Allah, kendi dinine yardım edene mutlaka yardım eder. Şüphesiz ki Allah, çok kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir. Onlar öyle kimselerdir ki, şayet kendilerine yeryüzünde imkân ve iktidar versek, namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir, iyiliği emreder ve kötülüğü yasaklarlar. Bütün işlerin akıbeti Allah’a aittir.” [Hac 40-41]

Devamını oku...

Amerika, Darfur Bölgesini Ayırma Planını Hızlandırıyor, O Halde Devletin Birlik Bütünlüğünü Ölüm Kalım Meselesi Haline Getirmekten Başka Çare Yoktur!

  • Kategori Sudan
  •   |  

Amerika, Darfur Bölgesini Ayırma Planını Hızlandırıyor, O Halde Devletin Birlik Bütünlüğünü Ölüm Kalım Meselesi Haline Getirmekten Başka Çare Yoktur!

Trump yönetimi, Ocak 2025’te Beyaz Saray’a çıkar çıkmaz Sudan dosyasını gündemine aldı. Ülkedeki tüm askeri ve siyasi operasyonları bizzat komuta etti, Darfur’u koparma planını faaliyet soktu. Hatta 26 Mart 2025’te ordu Hartum’u geri aldığında, El Burhan’ın Cumhuriyet Sarayı’nda kameralar karşısına geçip “Hartum özgürlüğüne kavuşmuştur ve bu iş burada bitmiştir” demecini vermesi de bu senaryonun bir parçasıydı. Ardından askeri operasyonlar hız kazandı ve Hızlı Destek Güçleri (HDG), Sudan’ın orta bölgelerindeki El-Cezire, Sennar, Beyaz Nil ve Mavi Nil eyaletlerinden tamamen sökülüp atıldı. Bu gelişmeler sonucunda HDG, batıya doğru çekilerek gücünü Darfur’a komşu Kordofan bölgesinin bir kısmında ve bir yılı aşkın süredir kuşatma altındaki Faşer şehrinin bir bölümü hariç tüm Darfur bölgesinde yoğunlaştırdı. Ordunun Sudan’ın kuzey, orta ve doğu bölgelerini, Hızlı Destek Güçleri’nin (HDG) ise Darfur ve Kordofan’ın bir bölümünü kontrol ettiği bu fiili durum, aslında Darfur bölgesinin ayrılması yönünde atılmış somut bir adımdır. Bu bölünmüşlük, Sudan’da birbirinden ayrı iki yapının var olduğu izlenimini yaratmaktadır.

Halbuki daha önce, Hızlı Destek Güçleri’nin (HDG) en zayıf olduğu bir dönemde, Faşer’deki kuşatmayı yarmak ve HDG’yi tamamen ortadan kaldırmak amacıyla askeri birliklerin yola çıktığı duyurulmuştu. Nitekim el-Kuds el-Arabi haber sitesi de 19 Nisan 2025 tarihli haberinde şöyle diyordu: “Sahadaki son gelişmeler, orduya ve ortak güce bağlı büyük askeri birliklerin, Faşer şehrindeki kuşatmayı yarmak için ülkenin kuzeyinde bulunan Debbe şehrinden hareket ettiklerine, yine bu güçlere bağlı başka birliklerin ise Kordofan eyaletlerinde yeni bir cephe açtıklarına ve farklı bir cepheden şehre doğru ilerlerken kayda değer başarılar elde ettiklerine işaret ediyor.” Fakat beklenen olmadı; Hatta tam tersi oldu, Hızlı Destek Güçleri (HDG) Kordofan’daki etkinliğini artırdı ve hatta stratejik öneme sahip El-Ubeyd şehrini hedef alacağını duyurdu!

İşin siyasi boyutuna gelince, en tehlikeli hamle 26 Temmuz 2025’te Hızlı Destek Güçleri’nden (HDG) geldi. Güney Darfur’un başkenti Nyala’da kameraların karşısına geçerek, ülkenin parçalanmasına son çiviyi çakan ve Darfur’u ülkeden koparan bir ihanetle, kendi egemenlik konseyi, bakanları ve valileriyle paralel bir devlet kurduklarını ilan etti. Bu adıma, siyasi arenadaki ırkçı söylemleri, her gün mantar gibi türeyen bölgesel ve kabilesel milisleri ve iktidarın ırkçı kotalara bölünmesini de eklediğimizde, Sudan’ın birliğini tehdit eden ve Darfur’un ayrılmasıyla başlayan kapsamlı bir senaryonun işlediğini görürüz!

Amerika, Darfur’u Sudan’dan koparmak için, geçmişte Güney Sudan’ı ayırırken izlediği yolun aynısını takip etmektedir. Zira Amerika, bölgede İngiliz ve Avrupalı sömürgecilerin kurduğu silahlı isyancı grupların kirli mirasını devralmıştır. Bu miras, devlete karşı silahlı isyanları körüklemek, ‘mazlumiyet’ ve ‘dışlanmışlık’ söylemlerini yaymak, sosyal adaletsizlikleri ve iktidar ile servetten pay alma konusundaki bölgesel ve etnik talepleri kullanarak ayrılık için uygun bir ortam hazırlamak olarak özetlenebilir. Nitekim Güney Sudan’da da aynısını yapmışlardı: İngilizlerin ve Avrupalıların kurduğu isyancı grupların başına kendi adamları olan John Garang’ı getirmişler ve devlete karşı on yıllarca sürecek silahlı isyan başlatması için onu desteklemişlerdi! Bugün Amerika, aynı kirli oyunu Darfur’da yeniden sahneliyor. Bu sefer sahneye, gözdesi ve şımarık çocuğu olan Hızlı Destek Güçleri’ni (HDG) sürüyor. Onu Darfur’daki tüm silahlı grupların tepesine oturtarak, bölgeyi bu kez doğrudan kendi maşasıyla koparmayı planlıyor. Yani artık, bir zamanlar yine Amerika’nın adamı olan Ömer el-Beşir’e karşı İngilizlerin ve Avrupalıların kışkırttığı eski piyonları kullanmıyor.

Aslında Güney Sudan’ı daha önce ayıran da yine Amerika’ydı. Nitekim eski Başkan El Beşir, Ocak 2012’de Hartum’da düzenlediği bir basın toplantısında bu gerçeği şöyle dile getirmişti: “Sudan’ın bölünmesinin arkasındaki asıl güç, petrol çıkarlarını korumak ve ülkemizi zayıflatmak isteyen Amerika’dır.” Hatta El Beşir, 25 Kasım 2017’de Rus Sputnik ajansına verdiği demeçte daha da ileri giderek şunları söylemişti: “Elimizde, Amerika’nın Sudan’ı tam beş parçaya bölmek için çalıştığına dair istihbarat var. Amerika, son dönemdeki tek taraflı pervasızlığıyla tüm Arap dünyasını ateşe atmıştır.”

Gerçek şu ki, Amerika’nın Ortadoğu’yu yeniden dizayn etme projesi, şeytani bir plana dayanmaktadır: ‘Kan Sınırları’ haritası. Bu kanlı harita, emekli General Ralph Peters tarafından, Ortadoğu’nun parçalanmasının baş mimarı olarak bilinen Yahudi istihbaratçı Bernard Lewis’in fikirleri üzerine inşa edilmiştir. Bu projenin hedefi, zaten paramparça edilmiş İslam dünyasını, daha da küçük lokmalara ayırmaktır. Projenin sahipleri, bu vahşeti, ‘fırsatçı Avrupalıların çizdiği Sykes-Picot sınırlarını düzeltiyoruz’ gibi masum bir bahanenin arkasına saklamaya çalışmaktadırlar. Ancak mevcut devletlerin içinden yeni ve güçsüz devletçikler türetmek için bu yeni haritaların bedelinin yüz binlerce masum insanın kanı akıtmak olduğunu da bizzat kendileri de itiraf etmektedirler. Bu hain plan, tüm detayları ve kanlı haritalarıyla, bizzat Amerikan Silahlı Kuvvetleri dergisinin Temmuz 2006 sayısında ifşa edilmiştir. İki ayrı hükümet kurarak Darfur’un ayrılması fikrini meşrulaştırmak amacıyla, Amerikan Barış Enstitüsü, Nisan 2024’te Kenya’nın başkenti Nairobi’de bir çalıştay düzenledi. Özellikle İngiltere ile bağlantılı sivil grupların ve savaş karşıtı siyasi güçlerin katıldığı bu çalıştayın sonunda enstitü, ‘Sudan’da iki hükümetin olması çatışmaların şiddetini azaltacağı ve müzakere sürecini hızlandıracağı” sonucuna ulaştı! (04.08. 2025 Şarku’l Avsat)

Ey Sudan halkı! Daha önce Güney Sudan’ı parçalayan Amerika, şimdi de Darfur’u koparmak için aynı senaryoyla geri döndü. Eğer bu ihanet karşısında da Güney Sudan’da sergilediğiniz aynı aciz ve teslimiyetçi tavrı sergilerseniz, Amerika’nın Sudan’ı beş parçaya bölme ve bu yeni sınırları sizin ve evlatlarınızın kanıyla çizme planının gerçekleşmesi mukadderdir. Bu ise, hem bu dünyada hem de ahirette apaçık bir kayıp ve hüsran demektir.

Şunu iyi biliniz ki, her milletin ve halkın ölüm kalım meselesi olarak gördüğü ve ona göre tavır aldığı hayati meseleleri vardır. Sizler, ‘Lâ ilâhe illallah Muhammedun Rasûlullah’ kelime-i şehadetini getiren Müslüman Sudan halkısınız. Sizin bu ölüm kalım meselenizin ne olduğunu bizzat İslam akidesi belirlemiştir ve bu meseleler karşısında size tek bir seçenek sunmuştur: Ya bu davanın sancağı altında izzetle yaşarsınız ya da bu dava uğrunda şehadete yürürsünüz! İşte ümmetin vahdeti ve devletin bütünlüğü de ölüm kalım meselelerinden biridir. İslam hem bu ölüm kalım meselesini hem de ona karşı nasıl bir duruş sergileneceğini açıkça belirlemiştir.

Bu meselenin en net tezahürlerini, iki kritik meselede görmekteyiz: Birincisi, birden fazla halifenin varlığı meselesi, ikincisi ise bâğîler meselesidir. Abdullah bin Amr bin el-Âs’dan rivayet edildiğine göre Peygamber SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:

وَمَنْ بَايَعَ إِمَاماً فَأَعْطَاهُ صَفْقَةَ يَدِهِ وَثَمَرَةَ قَلْبِهِ فَلْيُطِعْهُ إِنْ اسْتَطَاعَ فَإِنْ جَاءَ آخَرُ يُنَازِعُهُ فَاضْرِبُوا عُنُقَ الْآخَرِ“Kim ki bir imama biat eder, eliyle musafaha ederek kalbinin sevgisini verirse gücü yettiği kadar itaat etsin. Eğer başka birisi gelip o imamla (yönetimi ele geçirmek için) mücadele ederse sonra çıkanın boynunu vurun.” Ebu Said el-Hudri’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:

إذا بُويِعَ لِخَلِيفَتَيْنِ، فاقْتُلُوا الآخِرَ منهما“İki Halifeye biat edildiği zaman, onlardan sonuncusunu öldürün.” Dolayısıyla Peygamber Efendimiz SallAllahu Aleyhi ve Sellem, birden fazla halifenin varlığını yasaklayarak devletin birlik ve bütünlüğünü ölüm kalım meselesi haline getirmiş, Hilafetin yani devletin birliğini bozarak ikinci bir halifelik iddiasında bulunan kişinin ya öldürülmesini ya da bu eyleminden vazgeçmesini emretmiştir. Arface’den rivayet edildiğine göre “Ben, Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’i şöyle buyururken işittim:

مَنْ أَتَاكُمْ وَأَمْرُكُمْ جَمِيعٌ عَلَى رَجُلٍ وَاحِدٍ يُرِيدُ أَنْ يَشُقَّ عَصَاكُمْ أَوْ يُفَرِّقَ جَمَاعَتَكُمْ فَاقْتُلُوهُ“Siz yönetim işinde bir adam üzerinde birleşmiş iken, birisi gelip sizin asanızı kırmak ya da cemaatinizi parçalamak isterse onu öldürün.” Dolayısıyla Peygamber Efendimiz SallAllahu Aleyhi ve Sellem, Müslümanların birliğini bölmeye yönelik her türlü girişimi yasaklayarak ve bunu yapmaya yeltenen kişinin ya bu fitneden vazgeçinceye ya da öldürülünceye kadar savaşılmasını emrederek, ümmetin ve devletin bütünlüğünü ölüm kalım meselesi haline getirmiştir.

Bâğilerin durumuna gelince, Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurmuştur:

وَإِنْ طَائِفَتَانِ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ اقْتَتَلُوا فَأَصْلِحُوا بَيْنَهُمَا فَإِنْ بَغَتْ إِحْدَاهُمَا عَلَى الْأُخْرَى فَقَاتِلُوا الَّتِي تَبْغِي حَتَّى تَفِيءَ إِلَى أَمْرِ اللَّهِ فَإِنْ فَاءَتْ فَأَصْلِحُوا بَيْنَهُمَا بِالْعَدْلِ وَأَقْسِطُوا إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُقْسِطِينَ“Eğer inananlardan iki grup birbirleriyle savaşırlarsa aralarını düzeltin. Eğer biri ötekine karşı haddi aşarsa, Allah’ın buyruğuna dönünceye kadar haddi aşan tarafa karşı savaşın. Eğer (Allah’ın emrine) dönerse, artık aralarını adaletle düzeltin ve (onlara) adaletli davranın. Çünkü Allah, adaletli davrananları sever.” [Hucurat 9-10] Zira Müslümanlara imamlığı sabit olan, yani Müslümanlara halife olduğu sabit olan kimseye karşı isyan etmek haramdır. Çünkü böyle bir isyan, Müslümanların birliğini parçalamak, kanlarının dökülmesine ve mallarının heba olmasına yol açmak demektir. Peygamber SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in bu konudaki uyarısı son derece nettir:

مَنْ خَرَجَ عَلَى أُمَّتِي وَهُمْ جَمِيعٌ فَاقْتُلُوهُ كَائِناً مَنْ كَانَ“Kim, birlik içinde olan bu ümmetin içinde tefrika çıkarmak isterse, kim olursa olsun kılıçla boynunu vurun.” İmama karşı başkaldıran bu kişiler, İslam hukukunda bâğî olarak kabul edilir. Önce tövbe etmeleri istenir ve (isyanlarına gerekçe gösterdikleri) şüpheleri çürütülür. Eğer isyanlarında ısrar ederlerse, o zaman onlarla savaşılır.

İşte, birden fazla devletin varlığını, devlete isyan etmeyi ve ümmetin birliğini parçalamayı yasaklamak suretiyle, devletin ve ümmetin bütünlüğü ölüm kalım meselesi haline getirilmiştir. Zira Yüce Kanun Koyucu (Allah), bu meseleler karşısında takınılacak tavrı bir ‘ölüm kalım’ meselesi olarak belirlemiştir. Böyle bir fiile kalkışan kimse ya pişman olup geri adım atar yahut da ölümle cezalandırılır. Tarih boyunca Müslümanlar, bu ilahi emri harfiyen uygulamış, bunu en hayati ve en tehlikeli mesele olarak görmüş ve kim olduğuna bakmaksızın hiç kimseye bu konuda taviz vermemişlerdir. İşte bu, Yüce Allah’ın kesin hükmüdür. O halde, içinizdeki münafıklara ve hain işbirlikçilere engel olun ve Amerika’nın Darfur’u koparma planını boşa çıkarın. Bunu yapın ki, sizi yaratan ve rızkınızı veren Rabbinizin rızasını kazanasınız, evlatlarınızın kanının dökülmesini önleyesiniz ve ülkenizin parçalanmasına dur diyesiniz!

Ey Sudan halkı! Şu an, tarihinizin en keskin dönemeçlerinden birindesiniz! Haydi bu alçakça komployu başlarına geçirmek için tek bir yürek olun. Unutmayın, eğer Allah’tan yardım ister ve hakkıyla O’na tevekkül ederseniz, o zaman sizin başaramayacağınız hiçbir şey yoktur. Ordunun içindeki güç ve kuvvet ehli samimi evlatlarınıza seslenin ve onlardan, kâfir Batı’nın uşağı olan hain işbirlikçilerin ve münafıkların gasp ettiği iktidarınızı size iade etmelerini isteyin. Bu hedefe ulaşmanın tek yolu ise güç ve kuvvet ehlinin, kâfir Batı’nın tüm oyunlarını, planlarını, metotlarını ve piyonlarını çok iyi bilen ve İslam’ı mükemmel bir hayat nizamı olarak sunan Hizb-ut Tahrir’e nusret vermesidir. O halde ey Müslümanlar! Hem Allah’a itaat etmek hem de dünya ve ahiret iyiliğine kavuşmak için harekete geçin! Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyuruyor:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اسْتَجِيبُوا للهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُمْ لِمَا يُحْيِيكُمْ“Ey iman edenler! Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Rasûlü’ne icabet edin.” [Enfal 24]

Devamını oku...

Kaza ve Kader ve Daveti Taşımak Güçlü Bir Anlayış ve Sarsılmaz Bir Yolculuktur

  • Kategori Makaleler
  •   |  

Kaza ve Kader ve Daveti Taşımak Güçlü Bir Anlayış ve Sarsılmaz Bir Yolculuktur

Hayal kırıklığının çoğaldığı, ümmetin omuzlarındaki imtihanların biriktiği, değişime giden yolun tehlikeler ve zorluklarla dolu olduğu bir zamanda, İslami hayatı yeniden başlatmak isteyen bir davet taşıyıcısının kaza ve kader konusunda, yakini/kesinliği pekiştiren, kararlılığı sağlayan ve fırtınaların sarsamadığı ve korkuların hedefinden saptıramadığı bir şahsiyet oluşturan derin bir anlayışa sahip olmasının gerekliliği ortaya çıkmıştır.

Kaza ve kader hakkında konuşmak, fikri bir lüks ya da cedelleşmek için yapılan felsefi bir tartışma değildir;aksine özellikle yeryüzünde dinini yaymak ve gasp edilen İslam'ın otoritesini yeniden tesis etmek için nefsini Allahu Teala'ya adayan davet taşıyıcı olmak üzere bir Müslümanın davranışlarını doğrudan etkileyen İslam akidesinin temellerinden biridir.

Kainattaki yaşam ve ölüm, zenginlik ve yoksulluk, sağlık ve hastalık, depremler ve volkanlar gibi tüm meydana gelen şeyler Allah'ın kazasıdır.Ama yapma veya yapmaktan kaçınma gücüne sahip olduğu fiiller gibi insana mahsus olan şeyler ise, onun kendi fiili ve kazancı olup bunlardan dolayı hesaba çekilecektir.

İnsanın fiilleri iki daire arasında gerçekleşir: kendi gücünün ve iradesinin üzerinde olan, yani onun üzerinde hiçbir gücü olmayan daire ve kendi iradesi ve gücünün altında olan daire; insanın kendi iradesi ve gücü altında gerçekleştirdiği fiiller, onun kazancıdır ve bunlardan dolayı hesaba çekilecektir...Hayat, ölüm, rızık ve benzeri hususlar gibi insanın üzerinde hiçbir gücü olmayan şeyler ise kazadır.

Davet taşıyıcısı, kaza ve kader hakkındaki bu derin anlayışı idrak ettiği zaman, acziyet duygusundan kurtulur ve değişimin, sadece Allah'ın ilminde takdir edilip gerçekleşmesinin kaçınılmaz olmadığını, aksine insanların sahip olduğu değişim iradesi ve ilahi irade dahilindeki fiillerle bağlantılı olduğunu bilir.

Bu nedenle davet taşıyıcısı, zorluklara boyun eğmez, eylemsizliğine kaderi gerekçe göstermez ve şu şekilde demez: “Bu bizim kaderimizdir.” Aksine Allah'ın kendisini özgür iradeyle yarattığını, kendisini mükellef kıldığını, Allah'ın şeriatını ikame etmek için çalışması gerektiğini ve gösterdiği ihmalkarlık ve kusurdan dolayı hesaba çekileceğini bilir.

Bazılarının, insan fiillerine zorlanmaktadır şeklindeki söylemleri doğru değildir;zira Allah ona irade vermiş, akıl vermiş, ona yolu açıklamış, emir ve yasakları bildirmiş, sonra da onu yaptığından dolayı hesaba çekecektir. Şayet insan (fiillerine) zorlanmış olsaydı hesaba çekilmesi doğru olmazdı.

İslam ümmetinin tarihi, bu anlayışı yaşayan örneklerle doludur;zira o, gerçekliği değiştirmek amacıyla çalışmak için güçlü bir şekilde harekete geçmiş, gaybi kader onları kontrol edememiş ve kaza ve kader, eylemsizliği için bir argüman olmamıştır.Örneğin Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Allah'ın seçilmiş elçisi olduğunu ve zaferin ve iktidarın kaçınılmaz bir vaat olduğunu bilmesine rağmen buna güvenmemiş, aksine eziyetlere katlanmış, belalara sabretmiş, ashabını çaba ve çalışmaya teşvik etmiş, planlar yapmış, hicret etmiş ve Medine'de bir devlet kurmuştur.

Ayrıca Sahabeler, Uhud, Huneyn veya komutanların öldürülmesi gibi büyük felaketlerle karşılaştıklarında şöyle dememişlerdir: “Bu Allah'ın kaderidir, o halde çabalamayı bırakalım.” Aksine onlar, sonuçların Allah'ın elinde olduğunu ve kendilerinden talep edilen şeyin, mutlak bir itaatle Allah'ın emirlerine göre çalışmak ve çabalamak olduğunu biliyorlardı.

Kadere imanın, ihmalkarlığa veya tembelliğe yol açmaması, aksine çalışmaya sevk etmesi gerekir; çünkü kadere iman, Allah'ın geçmişte ve gelecekte olanları bildiği ancak insanı bunları yapmaya zorlamadığı, aksine ilmi ve kuşatıcılığı ile onu takdir ettiği ve seçme özgürlüğünü insana bıraktığı anlamına gelmektedir.

Bugün ümmetin başına gelen en büyük felaketlerden biri, kaderi yanlış anlamaktır; öyle ki ümmetin bazı evlatları sorumluluktan kaçmak için kaderi bahane ederek şöyle diyorlar: “Bizim başımıza gelen aşağılama, işgal ve bağımlılık Allah'ın bir kaderi olup, onun değiştirilmesi imkansızdır.”

Bu anlayış batıl olup Kur’an ve sünnete de aykırıdır. Zira Allah bize boyun eğmeyi emretmemiştir, aksine Subhanehu şöyle buyurmuştur: وَأَعِدُّوا لَهُم مَّا اسْتَطَعْتُم مِّن قُوَّةٍOnlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayın.” [Enfal 60] Ve Azze ve Celle şöyle buyurmuştur: إِنَّ اللّهَ لاَ يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتَّى يُغَيِّرُواْ مَا بِأَنْفُسِهِمْ Şüphesiz ki bir kavim, kendini nefsini değiştirmedikçe; Allah da onları değiştirmez.” [Rad 11]

Her kim, bugün yaşadığımız aşağılanma ve zilletin geri döndürülemez bir kaza olduğunu düşünürse, o zaman vahyin nâsslarını yalanlamış, insanın sorumluluğunu ortadan kaldırmış ve şeriatı anlamsız bir hale getirmiş olur; o zaman haşa Allah bize bir devlet kurmamızı emredip sonra da bunu zorla engellemiş veya bizi, gücümüzün yetmediği ya da gücümüzün üstünde olan bir şeyle mükellef kılmış olur.

Davet taşıyıcısı, kovulmak, hapse atılmak, işinden çıkarılmak ve her yönden fikriyle savaşılmak gibi zorluklarla dolu bir gerçeklik içinde yaşar. İşte burada kaza ve kaderi anlamanın gerçek etkisi ortaya çıkar.

Zira davet taşıyıcısı, eziyetin kader, rızkın kader ve zaferin kader olduğunu bilir.Ancak aynı zamanda davet taşıyıcısı, davet teklifinin vacip bir emir olduğunu, bunu yapmaktan geri durmanın günah olduğunu, bu yolda başına gelen her musibetin Allah katında bir mükafat olacağını ve Allah'ın ona neden muzaffer olmadın diye sormayacağını da bilir? Aksine O, neden emredildiğin gibi daveti taşımadın ya da onu taşımakta kusur gösterdin diye soracaktır.

Dolayısıyla davet taşıyıcısı uzun bir yolda yürümekte olup sadece Allah'ın rızasını umar ve öldürülmenin, hapsedilmenin veya yerinden edilmenin ileri veya geri alınmayacak olan kendisi için yazılmış ecelden başka bir şey olmadığını bilir; bu yüzden sebatla davetini taşır ve Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in şöyle buyurduğu der: وَاللهِ لَوْ وَضَعُوا الشَّمْسَ فِي يَمِينِي وَالْقَمَرَ فِي شِمَالِي عَلَى أَنْ أَتْرُكَ هَذَا الْأَمْرَ حَتَّى يُظْهِرَهُ اللهُ أَوْ أَهْلِكَ فِيهِ مَا تَرَكْتُهُVallahi bu davayı terk etmek şartıyla sağ elime güneşi ve sol elime ayı koysalar da onu terk etmem. Ya Allah onu hâkim kılar ya da onun uğrunda helak olurum.

İslam'da kaza ve kader, değişim yolundaki bir engel değildir, aksine ihlas ve mutmainlik içinde çalışmak için bir motivasyon kaynağıdır; çünkü kaza ve kader, kalpte şunu anlayışı pekiştirir; sana isabet eden şeyler senin hatan olmadığı gibi sana isabet etmeyen şeyler de senin hatan değildi; eğer sen Allah'a karşı samimi olursan şüphesiz sana, bir süre sonra bile olsa zafer vaat edilmiştir.

Davet taşıyıcısı, şayet kadere iman ve ciddi çalışma ile gayretli çaba ve Allah'a tevekkülün arasını birleştirirse, o zaman sadece Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in metodu üzere yürür ve gerekçe gösteren nesilden değil, iktidar/hakimiyet neslinden olur.

Sonuç olarak davet taşıyıcısına diyoruz ki:

Çalışın, çabalayın ve sabredin; zira siz hak üzeresiniz, şüphesiz Allah, gerek sizinle gerekse bir başkasıyla dinine yardım edecektir. O halde kendinizi, anlayışı güzel olan, çalışmasını inanarak yapan, fırtınalar ne kadar şiddetli olursa olsun sebat eden O'nun seçilmiş askerlerinden kılın; Allah'a yemin olsun ki bu ümmet, isteseler de istemeseler de yakında Nübüvvet Minhacı üzere Raşidi Hilafeti kuracaktır.

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اسْتَجِيبُواْ لِلّهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُم لِمَا يُحْيِيكُمْ

“Ey iman edenler! Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Rasulü’ne icabet edin.” [Enfal 24]

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Mahmud El-Leysî - Mısır

Devamını oku...

Türkiye ve Arap Rejimleri Hamas’ın Silah Bırakmasını İstedi!

  • Kategori Haber ve Yorum
  •   |  

Haber - Yorum

Türkiye ve Arap Rejimleri Hamas’ın Silah Bırakmasını İstedi!

Haber:

Fransa ve Suudi Arabistan'ın liderlik ettiği “Filistin Meselesine Barışçıl Çözüm Bulunması ve İki Devletli Çözümün Hayata Geçirilmesi” konulu BM Yüksek Düzeyli Uluslararası Konferansı 29-30 Temmuz tarihlerinde New York'ta yapıldı.

Filistin'in devlet olarak tanınmasını ve Gazze'deki savaşın sona ermesini hedefleyen konferansın ardından ortak bir deklarasyon imzalandı. Deklarasyona Avrupa Birliği ve Arap Birliği'nin yanı sıra 17 ülke ile birlikte Türkiye de imza attı.

42 madde ve bir ek bölümden oluşan deklarasyonda, Hamas öncülüğünde Filistinli direniş gruplarının düzenlediği Aksa Tufanı Operasyonu kınandı. Katılımcı devletler Hamas'a silah bırakma çağrısı yaptı ve yönetimi Mahmud Abbas rejimine devretmelerini talep etti. (31 Temmuz 2025 – Ajanslar)

Yorum:

Gazze’deki vahşi ve aşağılık soykırım tüm hızıyla devam ederken, mücahitlerin ve Gazze halkının destansı direnişi de devam ediyor. Haçlı-Yahudi ittifakı, İslam beldelerindeki ihanet rejimlerinin desteğini alarak aç ve susuz bırakma silahını en şedit biçimde kullanmasına rağmen, Gazze halkı ile mücahitlerin arasını açmayı başaramadı.

Küstah sömürgeci Trump’ın en üst perdeden yaptığı tehditler işe yaramadı. Bebek katili Netanyahu, efendilerine ve halkına vaad ettiği hiçbir askeri hedefi gerçekleştiremedi. Esirleri kurtaramadı, direnişi bitiremedi, Gazze’yi ele geçiremedi. Geriye sadece hedefsiz ve amaçsızca savaşı sürdürmek, soykırım yapmak ve eş zamanlı olarak ikincil, üçüncül ülkeler üzerinden sinsi barış planlarını devreye koyarak Yahudi varlığına sözde onurlu bir çıkış yolu aramak kaldı.

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda Suudi Arabistan ve Fransa öncülüğünde düzenlenen Filistin Konferansı da bundan başkası değildir. Küfrün elebaşısı ABD, Suriye ve Libya’da uyguladığı ikircikli politikanın bir benzerini Gazze konusunda da hayata geçirmeye çalışıyor. Kendisini arka planda tutarak, uyduları ve Avrupalı ortakları üzerinden Gazze’deki krizden kurtulmayı hedefliyor.

Konferansa liderlik eden devletlere bakıldığında ABD’nin eli açık bir şekilde görülmektedir. Karar alma gücüne ve yetkisine sahip olmamasına rağmen, ABD uşağı Suudi Arabistan rejiminin sömürgeci Fransa’ya eşlik etmesi bunun en somut kanıtıdır.

Bu minvalde Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, 24 Temmuz’da Fransa’nın Eylül ayında Filistin devletini resmen tanıyacağını ve bunu yapan ilk G7 ülkesi olacağını söylemişti. Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Faysal bin Ferhan Al-Suud ile Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Noel Barrot ise 29 Temmuz'da BM'deki Filistin Konferansı'nda bir basın toplantısı düzenleyerek New York Bildirisi'nin hedeflerini açıklamışlardı.

Nitekim konferans sonrası yayınlanan bildiride Yahudi varlığına hiçbir yaptırım kararı alınmadan Aksa Tufanı kınandı ve Hamas’ın silah bırakarak Gazze’nin yönetimini Mahmud Abbas’a devretmesi talep edildi. Bunun karşılığında Hamas’a ve Filistin halkına ne teklif edildi? ABD’nin İsrail’i meşrulaştırma planı olan sözde iki devletli çözüm!

Aslında bildirinin özü, Hamas’ın teslim olması ve Batı’nın güvenlik sübabı olan Yahudi varlığının Gazze batağından çıkarılması, sonrasında ise bölgeye entegre edilmesidir. Suudi Arabistan’ın rolü de bu noktada önem arz etmektedir. Zira Suudi Arabistan, manevi, ekonomik ve siyasi olarak Arap rejimlerinin abisi konumundadır.

ABD’nin Abraham Anlaşmaları temelinde uygulamak istediği yeni Ortadoğu stratejisinde Selman rejimi mızrak başıdır. Savaş sonrası Yahudi varlığı ile normalleşme, Suud üzerinden başlatılacak; sonra diğerleri ona eşlik edecek ve bu furya, Kuzey Afrika’dan Pakistan’a uzanan bir stratejik ittifaka dönüşecektir. Yahudi varlığı da bu ittifakın önemli bir parçası olarak güvenlik garantisine sahip olacak; sonra ABD bu ittifakı Çin ve Rusya ile mücadelesinde, Avrupa’yı tamamen kanatları altına alma ve tabii ki müstakbel Hilafet Devleti’nin kurulmasına karşı bir yakıt olarak kullanacaktır.

Şu anda bu planın önündeki tek engel, Gazze’deki direniştir. Bir sonraki, daha büyük engel ise Gazze direnişi ile birlikte büyüyen ve patlamaya hazır durumda bekleyen İslam ümmetinin öfkesidir. Bu sebeple ABD, New York Bildirisi’nde Avrupa Birliği, Arap rejimleri, Suudi Arabistan ve Türkiye’nin öncü olmasını tercih etmiştir. Böylece bildiride alınan kararların kabulünün kolaylaşacağını düşünmektedir.

ABD’nin bu stratejisi Avrupa’nın çıkarlarıyla da örtüşmektedir. Zira Yahudi varlığının bir avuç Müslüman karşısında yenilgiye uğraması, kâfir Batı’nın da yenilgiye uğraması anlamına gelmektedir.

Arap rejimleri ve Türkiye’nin çıkarlarına gelince; onların tek misyonu, ABD’yi razı etmek, Yahudi varlığını korumak ve bu itaat karşılığında halklarının hışmından kendilerini korumak, kullanılıp atılana ya da ahiret azabına kavuşuncaya kadar ucuz iktidar kırıntılarıyla zelil bir hayat sürmektir. Türkiye’nin, sözde iki devletli ihanet planının uygulanması şartıyla bildiriye şerh koyması sadece bildirinin asıl amacını perdelemeye çalışmak ve Müslümanların gözlerini boyamaktan ibarettir. Hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur.

Hülasa, Gazze, Filistin ve Mescid-i Aksa’nın özgürleşmesinin yolu, Yahudilerin tahakkümü altında yaşanılacak uyduruk bir devlet değildir. Filistin için İslâmi çözüm; gasp edilen toprak hakkında İslâm’ın verdiği hükümdür. O da gasıp ile savaşmak, Yahudilerin mübarek topraklardan köklerini kazımak için Müslümanların ordularını harekete geçirmektir. Kalıcı ve köklü çözüm ise Râşidî Hilâfet Devleti’ni kurarak, mübarek İsra ve Miraç topraklarını Hilâfet kalkanı ile korumaya almaktır. Allah’ın izniyle o günler uzak değildir.

Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:

«لَا تَقُومُ السَّاعَةُ حَتَّى يُقَاتِلَ الْمُسْلِمُونَ الْيَهُودَ، فَيَقْتُلُهُمْ الْمُسْلِمُونَ، حَتَّى يَخْتَبِئَ الْيَهُودِيُّ مِنْ وَرَاءِ الْحَجَرِ وَالشَّجَرِ، فَيَقُولُ الْحَجَرُ أَوْ الشَّجَرُ: يَا مُسْلِمُ يَا عَبْدَ اللَّهِ، هَذَا يَهُودِيٌّ خَلْفِي فَتَعَالَ فَاقْتُلْهُ»

"Müslümanlarla Yahudiler savaşmadıkça kıyamet kopmayacaktır. O savaşta Müslümanlar (galip gelerek) Yahudileri öldürecekler. Öyle ki, Yahudi taşın ve ağacın arkasına saklanacak da, taş veya ağaç: ‘Ey Müslüman, ey Allah’ın kulu! Şu arkamdaki Yahudi’dir, gel de onu öldür!’ diye haber verecektir…”(Müslim, Fiten, 82)

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Muhammed Emin Yıldırım

Devamını oku...

Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in Metodunu Uygulamayan Bir Kimse O’nun Doğum Gününü Nasıl Kutlayabilir Ki?!

  • Kategori Haber ve Yorum
  •   |  

Haber - Yorum

Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in Metodunu Uygulamayan Bir Kimse O’nun Doğum Gününü Nasıl Kutlayabilir Ki?!

Bakanlar Kurulu, Yemen halkının Peygamber Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem'e olan bağlılığını ve sevgisini göstermek amacıyla Sanaa'da Peygamberin Doğum Günü'nü kutlama planını onayladı. (Es-Sevra Gazetesi, 6/8/2025)

Yorum:

Sana ve Husilerin kontrolündeki bölgelerde Peygamber Efendimizin doğum günü kutlamaları, Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e olan sevgiyi göstermek amacıyla düzenlenen etkinlikler ve sokaklara ve kamu kurumlarına ışıklar ve yeşil kumaşlar asılmasıyla başlatılıyor;zaten bizler daha önce, bu tür eylemlerin Nebi Sallallahu Aleyhi ve Âlihi ve Sellem'i sevmeyen herhangi bir Müslüman tarafından gerçekleştirildiğini görmedik; zira O bizim sevgilimiz, kalbimizin nuru, rehberimiz, örneğimiz ve Rabbimizin bize gönderdiği elçisidir. Nitekim Allahu Teala şöyle buyurmuştur: لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌAndolsun ki, Allah’ın Rasulü’nde, sizin için güzel bir örneklik vardır.” [Ahzab 21]Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem'i sevmek, çelişkili sloganlarla değil, asil bir şekilde olması gerektiği gibi Sallallahu Aleyhi ve Sellem'i sevmenin gereği, onun Rabbinden getirdiklerine itaat edip teslim olmakta, onun şeriatına bağlı kalmakta ve onun metodu üzere hareket etmekte yatmaktadır. Zira Allahu Teala şöyle buyurmuştur: قُلْ إِن كُنتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللّهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَاللّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ(Rasulüm!) De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” [Al-i İmran 31] Dolayısıyla bizler, Peygamberimizin doğum gününün ihya edilmesinin sadece formalite icabı olduğunu gözlemliyoruz;zira Husiler İslam ile yönetmediği gibi söz konusu etkinlikler de bunu tatbik etmiyor; dolayısıyla bu gürültü, bireylerin gruba olan bağlılığını ve ona olan sadakatini göstermenin ölçüsünden başka bir şey değildir.

Her yıl bu etkinlikler ve gösteriler yaklaşık bir ay sürer ve İslam peygamberi anılır ancak Allah'ın indirdikleriyle yönetimin ikame edilmesi konusunda onun metodu anılmaz; bu yüzden tüm bu gürültü ve medya bombardımanının hedefinin, İslam kisvesi altındaki iktidar rejiminin özündeki mevcut sapmayı korumak için olduğu gayet açıktır.Zira mevcut sistem, aslında laik cumhuriyet sistemi olup ekonomi, siyaset ve eğitimde Allah'ın şeriatı ile hükmedilmesini reddetmektedir; çünkü egemenliği şeriata değil, parlamento aracılığıyla halka vermekte ve İslam'a aykırı olan bir anayasa uygulamaktadır ki böylece kâfir Batı'ya olan bağımlılığı pekişmiş olsun. Zira Allahu Teala şöyle buyurmuştur: أَفَحُكْمَ الْجَاهِلِيَّةِ يَبْغُونَ وَمَنْ أَحْسَنُ مِنَ اللّهِ حُكْمًا لِّقَوْمٍ يُوقِنُونَYoksa cahiliyye hükmünü mü arıyorlar? İyi bilen bir toplum için Allah’tan daha iyi hüküm veren kim olabilir?” [Maide 50]

Hükümetin, insanların omuzunda bir yük olan ve ülkelerin hayati kararlarını kontrol eden Uluslararası Para Fonu'na bağlanmak yerine, ekonomide Batı hegemonyasından kurtulmak için bir plan kabul etmesi daha evla olurdu!Bunun, Birleşmiş Milletler'in kanunlarına ve onun tüm karton devletleri bağlayan ve kâfir Batı'ya hizmet eden tağuti kararlarına bağlanmak yerine siyasi kararın bağımsızlığı için bir plan olmalıdır.Yine bunun, ekonomide, üniversitelerde, kolejlerde, enstitülerde ve tüm eğitim merkezlerindeki sömürgeci fikirler de dahil olmak üzere ümmeti parçalayan kokuşmuş Batılılaşma, vatancı ve asabiyetçi-milliyetçi müfredatlar yerine Batılı eğitim sisteminin temellerini ortadan kaldırmaya ve kalkınmış İslami şahsiyetler oluşturmak için İslam akidesine dayalı bir devlette eğitimi geliştirmeye yönelik bir plan olmalıdır!

Ey Yemen’in evlatları: Etkinlikleri, ulusal etkinliklerden dini veya mezhepsel etkinliklere dönüştürmek yeterli değildir!Bugün ümmet, Gazze, Suriye, Lübnan, Keşmir, Sudan, Doğu Türkistan ve diğer Müslüman ülkelerde katledilirken, burada ve oradaki kutlamaları izliyor!Bu yüzden tek çıkış yolu, Allah'ın şeriatıyla hükmeden bir devlet kurmaktır; zira Yemen'i ve herhangi bir İslam ülkesini, laik rejimlerin boyunduruğundan ve Batı'ya bağımlılıktan tamamen kurtarmaktan ve tüm politikalarının temeli Allah'ın şeriatıyla hükmetmeye dayanan Nübüvvet Minhacı üzere Hilafet Devleti'ni kurmak için çalışmaktan başka bir yol yoktur.İşte o zaman Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in ve onun getirdiği metodun yüceliği gerçekleşecek, sorunlar çözülecek, kutsallar kurtulacak, ülkeler birleşecek ve risalet taşınacaktır. Zira Allahu Teala şöyle buyurmuştur: وَأَنِ احْكُم بَيْنَهُم بِمَآ أَنزَلَ اللّهُ وَلاَ تَتَّبِعْ أَهْوَاءهُمْ وَاحْذَرْهُمْ أَن يَفْتِنُوكَ عَن بَعْضِ مَا أَنزَلَ اللّهُ إِلَيْكَ فَإِن تَوَلَّوْاْ فَاعْلَمْ أَنَّمَا يُرِيدُ اللّهُ أَن يُصِيبَهُم بِبَعْضِ ذُنُوبِهِمْ وَإِنَّ كَثِيرًا مِّنَ النَّاسِ لَفَاسِقُونَAralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma. Allah'ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et. Eğer (hükümden) yüz çevirirlerse bil ki (bununla) Allah ancak, günahlarının bir kısmını onların başına bela etmek ister. İnsanların birçoğu da zaten yoldan çıkmışlardır.” [Maide 49]

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Seyf Marzuk – Yemen

Devamını oku...

Suudi Prens Turki El Faysal, Yahudi Varlığına Neden İmaj Kazandırma Kampanyası Başlattı?

  • Kategori Haber ve Yorum
  •   |  

Haber - Yorum

Suudi Prens Turki El Faysal, Yahudi Varlığına Neden İmaj Kazandırma Kampanyası Başlattı?

Haber:

Suudi Arabistan eski istihbarat şefi Turki Al-Faisal, 1 Ağustos 2025 tarihinde Russia News Arabic kanalına verdiği röportajda Gazze'deki durumla ilgili olarak "Yahudi varlığına karşı kapsamlı bir Arap savaşı başlatmak kaybedilecek bir savaş olacaktır ve herkes Yahudi varlığının askeri gücünü bilmektedir" dedi ve ekledi: "Arap dünyası her zaman barışı tercih eder ve savaşı tercih ederek kendisiyle çelişemez." (Ajanslar)

Yorum:

Turki Al-Faisal'ın açıklamaları, İslam beldelerinin yönetici elitleri arasında aşırı korkaklık, psikolojik yenilgi ve Amerika ile Batı'nın iradesine boyun eğme ile karakterize edilen bir krizin yaşandığını göstermektedir. İslam beldeleri kritik bir dönemeçteyken ve halkın Müslüman ordularını Gazze'yi kurtarmak için harekete geçirme talepleri artarken, yöneticiler eylemleri ve medya aracılığıyla İslam'ın düşmanlarıyla açıkça ittifak kurduklarını ilan ediyorlar. Suudi Arabistan istihbarat teşkilatının en uzun süre başkanlığını yapan Prens Turki'nin açıklamalarını duyunca insanın aklına şu meşhur söz geliyor: "Korkaklar bin kez ölür."

Yöneticilerin ve onların medya borazanlarının, aslında kırılgan olan Yahudi varlığının gücünü abartmaları hiç şaşırtıcı değildir. Bilakis Yahudi varlığının gücünü abartmak, her zaman onun bekasının temel dayanağı olmuştur. Bu kampanya, Müslümanların güçlü ordularının ve kamuoyunun mübarek toprak Filistin'i kurtarma fikrini benimsemesini engellemek amacıyla, Batı'daki efendilerinin yardımıyla hain yöneticiler tarafından yürütülmektedir. Nitekim Yahudi varlığının sponsorları, hatta yurt dışındakiler, Arapların Yahudilerle savaşlarını örgütleyerek, onun askeri üstünlüğü efsanesini inşa ettiler ki böylece Araplar, onu yenmenin imkânsız olduğuna ikna olacak ve varlığını kabul edeceklerdi. Bu ajan yöneticiler, tıpkı kendileri gibi ümmeti de umutsuzluğa ve yenilgiye sürüklemek istiyorlar.

Ancak dikkatli bir şekilde bakıldığında gerçeklik, Turki el-Faysal'ın ümmete ikna etmek istediği şeyden tamamen farklı bir sonuca götürüyor.Peki ekipman ve teçhizat bakımından Müslümanların devasa orduları, çevresindeki Müslümanların topraklarına kıyasla coğrafi, askeri ve sanayi olarak potansiyelleri zayıf olan bir varlık karşısında nasıl olur da yenilebilirler ki? Aşağıdaki karşılaştırmalı rakamlar, bu görüşü desteklemektedir:

Ülke/Bölge Toplam askeri personel Toplam uçak Deniz varlıkları
1 Pakistan 1,704,000 1,399 121
2 Türkiye 883,900 1,083 182
(Pakistan ve Türkiye)’nin toplamı 2,587,900 2,482 303
Orta Doğu ülkeleri
1 Mısır 1,220,000 1,093 150
2 Suudi Arabistan 407,000 917 32
3 Ürdün 200,500 274 27
4 Kuveyt 103,500 128 123
5 BAE 207,000 551 181
6 Suriye 270,000 207 27
7 Bahreyn 129,900 132 64
8 Umman 152,600 128 22
9 Yemen 86,700 84 33
10 Lübnan 160,000 80 64
(Arap ülkelerinin) toplamı 2,529,700 3,594 723
Yahudi Devleti 670.000 611 62

Yahudilerin son dönemdeki askeri kampanyalarına ilişkin bir inceleme, onların gerçek zayıflıklarını ortaya koymaktadır: Dolayısıyla onlar, Batı'nın desteği olmadan herhangi bir savaşa girmeye hazır değillerdir.Ayrıca onlar, mühimmat tedarikinde ve ateşkes müzakerelerine müdahale konusunda Amerika'ya güveniyorlar.Örneğin Yahudi devleti, 12 gün savaşı sırasında Arap yöneticilerinin onun uçakları için hava koridorlarını açmasına ve Amerikan füze savunma sistemlerinin birçok İran füzesini engellemesine rağmen, İran'ın sınırlı balistik füze tepkisini absorbe edememiştir. Nitekim Yahudilerin kayıpları artmaya başlayıp büyük şehirlerinin altyapısı enkaza dönüşünce, Washington savaşı İran'ın nükleer tesislerine hava saldırıları düzenleyerek sona erdirme ihtiyacı hissetmiştir.

Gazze'de ise Yahudi devleti, işlediği korkunç katliamlara rağmen ümmetin iradesini kıramamıştır.Zira Yahudi devleti, askeri operasyonlarla esirlerini kurtarmaktan aciz kalınca, yardım talep etmek için Katar ve Mısır'ın ajan yöneticilerine başvurmuştur.Nitekim birçok Yahudi esir hala Gazze'deki mücahitlerin elindedir. Ayrıca bu varlık, umutsuzca Gazze, Lübnan ve Suriye'deki sınırlarını genişleterek tampon bölgeler kurmaya çalışmaktadır;çünkü Arap ordularına karşı savaşı kazanamayacağını düşünüyor ve Müslüman orduları kuzey sınırlarına doğru harekete geçmesi halinde sürpriz unsuru azaltmak istiyor.

O halde Turki el-Faysal, saf olmadığı ve Yahudilerin varlığının kırılganlığını bildiği halde neden bu mantıksız açıklamaları yaptı?Cevap basit: Zira İslam ümmetinin Yahudilere karşı cihat için orduları harekete geçirme yönündeki artan baskısı, iktidar koridorlarına kadar ulaşmıştır. Bu yüzden hain yöneticiler, ayaklarının altındaki yerin titrediğini hissediyorlar ve orduların saflarında yükselen öfkeden korkuyorlar ve bu duygulara karşı koymak için de medya borazanlarına başvuruyorlar.Nitekim Mısır Cumhurbaşkanı “General” Sisi, Gazze'yi açlığa mahkum etmeyi kınayan bir açıklama yaptı ve bu açıklama, Sisi'nin Gazze'yi güneyden kuşatma altına alanın kendisi olduğunu unutturmak için katliamdan sıyrılmaya yönelik yapılan başarısız bir girişimdir.

İslam ümmeti, bizim için en büyük felaketin yöneticilerimizin olduğunu çok iyi bilmektedir;zira onlar, yabancı saldırılara karşı bir kalkan olmak yerine, suçlu saldırganların yanında yer alıyorlar.Bu yöneticiler, yapay sınırlarının kutsallığını ve sözde ulusal çıkarlarını Allah ve Rasulü'ne itaatten daha üstün tuttukları gibi onlar Trump ve Netanyahu'nun dostları olup onlardan hiçbir umut yoktur.Müslümanlar için gerçek umut, Yahudilerle savaşmak ve Allah uğruna canlarını feda etmek için can atan muhlis subaylar ve askerlerde yatmaktadır.Gazze'deki aç çocukların korkunç görüntüleri, askerlerin yöneticilerine yönelik öfkesini daha da arttırmış ve bu ajan yöneticiler, orduların saflarında büyük bir uyanışın tehlikesini hissediyorlar.Bizim üzerimize düşen, muhlis liderlerin ve askerlerin duygularını uyandırmaya devam etmemizdir ki böylece bu uyanış, hain tahtları silip süpüren bir tufana dönüşsün.Ümmetin ve ordularının Yahudilerle savaşıp onlara karşı muzaffer olarak Mescid-i Aksa'yı kurtaracakları gün çok uzak değildir; işte o zaman, Turki el-Faysal gibi ikiyüzlüler, ümmetin ve askerlerinin Mescid-i Aksa'da yükselen tekbirlerini duyacaklar, ancak onlar için geriye sadece dünyada ve ahirette pişmanlık kalacaktır.

Ebu Zinad, Halid İbn Velid Radıyallahu Anh'ın ölüm döşeğindeyken ağlayarak şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Şu kadar savaşta bulundum. Vücudumda kılıç, mızrak, ok yarası bulunmayan bir tek karış yer yoktur. Fakat görüyorsunuz ki, develer gibi yatağımda ölüyorum. Korkaklar dünyada rahat yüzü görmesin!” Ebu Hureyre Radıyallahu Anh’dan, Allah’ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: لا تَقُومُ السَّاعَةُ حَتَّى يُقَاتِلَ الْمُسْلِمُونَ الْيَهُودَ، فَيَقْتُلُهُمُ الْمُسْلِمُونَ حَتَّى يَخْتَبِئَ الْيَهُودِيُّ مِنْ وَرَاءِ الْحَجَرِ وَالشَّجَرِ، فَيَقُولُ الْحَجَرُ أَوِ الشَّجَرُ: يَا مُسْلِمُ يَا عَبْدَ اللَّهِ هَذَا يَهُودِيٌّ خَلْفِي فَتَعَالَ فَاقْتُلْهُ، إِلَّا الْغَرْقَدَ فَإِنَّهُ مِنْ شَجَرِ الْيَهُودِMüslümanlar Yahudilerle savaşmadıkça kıyamet kopmaz. Bu savaşta Müslümanlar Yahudileri öldürürler. Hatta bir Yahudi taşın, ağacın arkasına gizlenir. Bunun üzerine o taş, o ağaç, ey Müslüman! Ey Allah’ın kulu! İşte arkamda bir Yahudi. Gel, onu öldür, der. Yalnızca Garkad bir şey söylemez. Zira o, Yahudilerin ağaçlarındandır.” [Buhari rivayet etti]

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Muhammed Selçuk – Pakistan

Devamını oku...

78. ‘Bağımsızlık Günü’nde Pakistan, Raşidi Hilafet’in Kurulmasıyla Ancak Gerçek Bağımsızlığına Kavuşacaktır

Bu uluslararası kölelik düzeninde sözde bağımsızlık, koca bir yalandan ve bir tiyatrodan ibarettir! Çünkü gerçek kurtuluş, bir devletin kendi ideolojisine göre kendi kaderini çizmesidir! Lâ ilâhe illallah Muhammedun Rasûlullah inancına sahip bir ümmet, yönetimiyle, ekonomisiyle, toplumuyla, eğitimiyle, yargısıyla İslam nizamını hâkim kılmadıkça ve dış politikasını davet ve cihat üzerine kurmadıkça, asla ve kat’a hür olamaz! İşte gerçek bağımsızlık budur ve bu yüzden Pakistan hâlâ esaret altındadır!

Bu iddiayı kanıtlamak için Pakistan’ın temel politikalarına bir göz atmak yeterlidir. Pakistan’ın Kudüs ve Gazze politikası, ABD CENTCOM’da, Pentagon’da ve ABD Dışişleri Bakanlığı’nda formüle edilmiyor mu? Keşmir’de daha birkaç ay önce kendi işimizi kendimiz görecek gücü gösterdik ama onlar hâlâ Trump’ın ağzının içine bakmıyor mu? Pakistan’ın Afganistan politikasında bizim Dışişleri’nin değil, ABD Dışişleri Bakan Yardımcıları ve CENTCOM’un askeri komutanlarının borusu ötmüyor mu? Pakistan’ın bütçesinin, parasal politikalarının ve mali düzenlemelerinin IMF gözetiminde ve direktifleri doğrultusunda hazırlandığı bir gerçek değil mi? Başbakanlarımız da elektriği ucuzlatmak için IMF’den izin alacağız diyecek kadar yüzsüz değiller mi? Mahkemelerimiz hâlâ İngiliz yasalarının kölesi değil mi? Genelkurmay Başkanımız da, asıl ‘patronu’ General Kurilla’nın emeklilik törenine katılmak için koşa koşa Amerika’ya gitmedi mi! Allah aşkına bu mu bağımsızlık? Keşmir veya Gazze için kılımızı kıpırdatamıyoruz ama Amerika’nın savaş davetine koşa koşa gidiyoruz!

Pakistan, dünyadaki yedi nükleer güçten biri. Bu nükleer güçlerden beşi, dünyanın farklı bölgelerini kontrol etmekte ve meseleleri kendi ideolojik çıkarlarına göre şekillendirmektedir. Fransa’sı, İngiltere’si Avrupa’yı parmağında oynatıyor; Amerika zaten dünyanın sahibi; Rusya, Çin deseniz, kendi imparatorluklarını kurmuşlar. Hindistan bile bizim başımıza ‘jandarma’ kesilme derdinde. Peki bizim bu ‘nükleer caydırıcılığımız’ bu denklemin neresinde? Amerika, İran’la oyuncak gibi oynarken, bizim onlardan bir varil petrol almamız bile yasak. Neden? Söyleyin, böyle bağımsızlık mı olur?

Ey Pakistan Silahlı Kuvvetlerinin subayları ve askerleri! Pakistan’ın gerçek bağımsızlığının ve kurtuluşunun önündeki engel, ne kaynak eksikliği ne de askerlerimizin veya halkımızın tutku, cesaret veya kabiliyetindeki bir yetersizliktir. Temel sorunumuz, vizyondan yoksun bir liderlik anlayışıdır. Bu liderlik kökünden sökülüp atılmalı ve yerine, Pakistan’da Raşidi Hilafet sancağını dalgalandırması için kendisine nusret verilecek olan inançlı, ideolojik bir liderlik getirilmelidir! İşte gerçek bağımsızlığın tanımı budur! Ve bu kutlu hedefe ulaşmanın en büyük sorumluluğu sizin omuzlarınızdadır. İşte Hizb-ut Tahrir, ideolojik vizyonuyla, tam tekmil programıyla karşınızda duruyor. Haydi öyleyse, bu 78. ‘Bağımsızlık Günü’nde bu sahte bayramı gerçek bir zafer gününe çevirin! Bu sömürgeci kölelik düzenini yırtıp atın! Ve ‘Lâ ilâhe illallah Muhammedun Rasûlullah’ sancağı altında yepyeni bir dünya düzeni kurun!

وَأَنَّ هَذَا صِرَاطِي مُسْتَقِيماً فَاتَّبِعُوهُ وَلَا تَتَّبِعُوا السُّبُلَ فَتَفَرَّقَ بِكُمْ عَنْ سَبِيلِهِ ذَٰلِكُمْ وَصَّاكُمْ بِهِ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ“İşte bu, benim dosdoğru yolum. Artık ona uyun. Başka yollara uymayın. Yoksa o yollar sizi parça parça edip O’nun yolundan ayırır. İşte size bunları Allah sakınasınız diye emretti.” [Enam 153]

Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER