Pazar, 30 Safer 1447 | 2025/08/24
Saat: (Medine Saati İle)
Menu
ana menü
ana menü

Yapay Zekâ Çağında “Reşit Müftü” Projesi Dizayn Etmek, Batı ve Onun Ajan Yöneticilerinin Ölçülerine Göre Bir Fıkıh Üretmek Demektir

İslam ümmetinin siyasetten fikre her düzeyde çöküş yaşadığı şu günlerde, dinine kurulan tuzakların birbirini kovaladığı bu hengâmede, yönetimler ve onların resmi din kurumları, ‘çağdaşlık’ cilasıyla sundukları din tahrifatına cazip bir kılıf uydurmak için teknoloji yüklü parlak sloganlarla süslü toplantılar tertip ediyorlar. Mısır Fetva Evi’nin, es Sisi rejiminin himayesinde düzenlediği ‘Yapay Zekâ Çağında Reşit Müftü Üretimi’ adlı şaşaalı toplantısı bu duruma verilebilecek ibretlik misallerden biridir.

Konferansın başlığı ilk bakışta, ‘Reşit Müftü’ ile derin dinî bilgiye, takvaya ve naslara bağlılığa sahip bir alimin kastedildiği, yapay zekanın ise sadece bu alime yardımcı bir teknoloji olduğu izlenimini uyandırabilir. Ancak aslında buradaki “Reşit” kelimesi, hükümdara körü körüne itaat eden, onun gündemine göre hareket eden, Batı’daki efendilerinin çıkarlarına uygun şekilde fetvalar veren kişi anlamına gelmektedir.

Metinde geçen ‘yapay zekâ çağı’ ifadesinin amacı ise teknolojiyi İslam’a hizmet için kullanmak değil, tam aksine fetva mekanizmasını önceden belirlenmiş bir çerçeveye hapsetmek için teknolojiden yararlanmaktır. Böylelikle hem fetva mekanizması kontrol altına alınmış olacak hem de iktidarın iradesine aykırı veya ihanetini ifşa eden her şeri görüş susturulmuş olacaktır.

Bu konferans, Müslüman ülkelerdeki rejimlerin politikalarına karşı halkın öfkesinin kabardığı ve ümmetin, yöneticilerin Filistin davası başta olmak üzere İslam düşmanlarıyla ittifak kurma ve İslami olmayan sistemleri uygulama gibi temel ilkelere ihanet ettiğinin giderek daha fazla farkına vardığı bir dönemde düzenlenmektedir.

Bu rejimler, hakkı söyleyen samimi şeri fetvaların, kendi varlıkları için bir tehlike oluşturduğunun farkındadır. Çünkü bu fetvalar, onların yönetimlerinin gayrimeşruluğunu gözler önüne sermekte ve onları Batı’nın kâfirane demokratik sistemleriyle aynı kefeye koymaktadır. İşte bu nedenle, müftünün görev tanımını yeniden tanımlama çabasındadırlar. Müftüyü, kaynağı vahiy olan delillere dayanarak Allah’ın hükmünü bildiren bir kişi olmaktan çıkarıp; devletin kararlarını aklayan ve dinî metinleri devlet politikalarına uyacak şekilde yontan bir devlet memuruna dönüştürme gayretindeler.

Bu konferansın ele aldığı şekliyle yapay zekâ, fetva verme yetkisini tek bir merkezde toplamak ve tam kontrol altına almak için kullanılan bir araçtan ibarettir. Böylelikle Müslüman, eskiden olduğu gibi evindeki ya da camisindeki samimi âlime danışmak yerine, devlet gözetimindeki bir “dijital platform”a yönlendirilecektir. Bu platformlarda ise algoritmalar, siyasi ve güvenlik kaygılarıyla programlandığı için kullanıcılara sadece önceden onaylanmış, filtrelenmiş cevaplar sunacaktır.

Yani fetva iki katmanlı bir denetime tabi tutulacaktır: Önce, yönetime bağlı resmi kurumların yaptığı insan kontrolüne; ardından da, siyasi çizgiye ters düşen, zulmü eleştiren, işgale karşı cihada çağıran veya halkın hayatında şeriatın uygulanmasını isteyen her içeriği eleyen teknik bir filtrelemeye.

Onların anlayışına göre “Reşit Müftü”, fetvayı insan yapımı kanunlara dayandıran, uygulamada bu kanunları Allah’ın hükmünden daha üstün bir referans noktası olarak gören kişi demektir. Aynı zamanda o, apaçık bir dinî hüküm dahi olsa, yöneticinin keyfini kaçıracak veya çıkarlarını zedeleyecek her türlü konudan özenle uzak duran kişi demektir. O, ulusal çıkarlar ve dengeler gibi bahanelerle kâfirler ve işgalcilerle ilişkilerin normalleşmesine fetva veren kişi demektir. Yine o, İslam hukukuna aykırı uluslararası antlaşmaları mecburiyet veya uluslararası taahhütler diyerek meşrulaştıran kişi demektir.

Aslında bu tür konferanslar, özü itibarıyla dini tahrif etme ve sahteleştirme çabalarıdır. Çünkü asıl amaçları Allah’ın hükmünün ne olduğunu araştırmak değil, tam aksine bu dini sulandırıp ehlileştirmektir. Böylece, görünüşte şeriata uygun gibi duran ama temelinde keyfi arzulara boyun eğen ve Allah’ın yolundan sapan yeni hükümler üretmektir. Allah Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurmuştur:

وَأَنِ احْكُمْ بَيْنَهُمْ بِمَا أَنْزَلَ اللهُ وَلَا تَتَّبِعْ أَهْوَاءَهُمْ“Aralarında, Allah’ın indirdiği ile hükmet. Onların arzularına uyma.” [Maide 49] Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetmek ve fetva vermek, hevaya (arzulara) uymak ve yöneticiler ve onların efendilerini memnun etmeye çalışmak demektir ki, Allah bunu kesin olarak haram kılmıştır. Nitekim Peygamber Efendimiz SallAllahu Aleyhi ve Sellem, dinlerini basit bir dünya menfaati karşılığında satan kötü niyetli alimlere karşı bizleri uyarmış ve şöyle buyurmuştur:

أَخْوَفُ مَا أَخَافُ عَلَى أُمَّتِي الْأَئِمَّةَ الْمُضِلُّونَ“Ümmetim hakkında en çok korktuğum şey, dalâlete sürükleyen (yoldan çıkarıp yanlışa sevk eden) liderlerdir.”

İlkesel olarak yapay zekâ, ilgili metinleri derleyip farklı görüşleri sınıflandırarak ve araştırmacılar için bilgiye erişimi kolaylaştırarak İslam hukukuna (fıkıh) hizmet edebilecek güçlü bir araç olabilir. Ancak bu teknoloji, mevcut rejimler tarafından kendi güdümündeki kurumların kontrolüne verildiği anda, fetvaları sınırlayan ve doğru dinî görüşleri sansürleyen tehlikeli bir silaha dönüşebilir. Bu çerçevede yapay zekâ, devletin güvenlik birimlerinin bilimsel ve teknolojik bir kılıfa bürünmüş bir uzantısı haline gelebilir. Fetva soran kişi, tarafsız bir teknolojiyle konuştuğunu zannederken, aslında siyasi bir gündemle kodlanmış bir yazılıma maruz kalacaktır.

Bu konferansın asıl amacı fetva sistemini geliştirmek değildir, tam aksine:

1- Dünya Fetva Kurumları Genel Sekreterliği denen yapıyı kullanarak, dünya çapındaki fetva verme faaliyetini tek bir merkezden demir yumrukla yönetmek ve bu merkezi, tamamen sarayların çıkarlarına göre hareket eden bir dinî koordinasyon ofisine dönüştürmektir.

2- Yapay siyasi sınırları kabullenen, beşerî kanunlarla yönetilmeye rıza gösteren ve düşmanlarla normalleşmeyi benimseyen uysallaştırılmış bir İslam anlayışının propagandasını yapmaktır.

3- Fetvayı şeri siyasetin dışına itmek; onu, Filistin’in kurtuluşu, zalim rejimlerin yıkılması ve Batı emperyalizminin reddi gibi ümmetin kaderini ilgilendiren en kritik konularda sessizliğe mahkûm etmektir.

4- İşgalci bir düşmanla bile olsa her bir anlaşmayı, ittifakı veya pazarlığı meşrulaştırmak için yöneticinin aldığı her karara dini bir meşruiyet kazandırmaktır.

Bu tür konferanslar çok katmanlı bir tehlike barındırmaktadır:

Birincisi: “Ilımlılık” ve “Rüşt” gibi parlak sloganlar adı altında hak ile batılı birbirine karıştırarak kavram karmaşası yaratmaktır.

İkincisi: Hakkı söylemeye cesaret edemeyen, aksine asıl görevlerinin iktidarın isteklerine kılıf uydurmak olduğuna inanan yeni bir müftü nesli yetiştirmektir

Üçüncüsü: İçtihat ruhunu öldürmek; çünkü dijital platform, tartışmaya kapalı tek tip bir cevap sunarak bağımsız düşünme ve araştırma sürecini ortadan kaldıracaktır.

Sonuç olarak, bu ümmetin alimlerine, öncülerine ve şuurlu gençlerine düşen tarihî sorumluluk; bu tür projeleri tüm çıplaklığıyla deşifre etmek, arkasındaki kirli oyunları ümmete anlatmak ve ayetleri eğip bükerek dini tahrif eden saray güdümlü kurumlardan din öğrenmenin tehlikelerine karşı halkı şiddetle uyarmaktır. Ayrıca içtihat ve fetva konusu, ait olduğu asıl yerine, yani doğal konumuna döndürülmelidir: Zalim bir yöneticiye boyun eğmek değil, onun karşısında dimdik durup hakkı söylemektir. Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:

أَفْضَلُ الْجِهَادِ كَلِمَةُ حَقٍّ عِنْدَ سُلْطَانٍ جَائِرٍ “Cihadın en üstünü zalim sultana karşı doğruyu söylemektir” Bu ümmetin, siyasetin kuklası olmuş maaşlı memurlara veya dijital programlara değil, yalnızca Allah’a karşı sorumluluk duyan Rabbani âlimlere ihtiyacı vardır.

Bu vesileyle tüm Müslümanları, teknolojinin göz alıcı parlaklığına veya süslü kelimelere kanmamaları konusunda uyarıyoruz. Unutulmamalıdır ki, doğrunun tek ölçüsü Allah’ın Kitabı ve Rasûlü’nün Sünnetidir; rejimlerin platformlarının veya konferanslarının ortaya koyduğu ürünler değil! Şu da iyi bilinmelidir ki, yapay zekâ ne kadar gelişirse gelişsin, Allah’tan korkan iman dolu bir kalbin ve hakikati haykıran dürüst bir lisanın yerini asla tutamaz. Bir fetva, yöneticinin veya onun programlarının dayatmalarından değil de yalnızca Allah’ın şeriatının mutlak hakemliğinden yola çıkması durumunda doğru ve isabetli olabilir.

وَإِذْ أَخَذَ اللهُ مِيثَاقَ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ لَتُبَيِّنُنَّهُ لِلنَّاسِ وَلَا تَكْتُمُونَهُ فَنَبَذُوهُ وَرَاءَ ظُهُورِهِمْ وَاشْتَرَوْا بِهِ ثَمَناً قَلِيلاً فَبِئْسَ مَا يَشْتَرُونَ“Allah, kendilerine kitap verilenlerden, «Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz» diyerek söz almıştı. Onlar ise bunu kulak ardı ettiler, onu az bir dünyalığa değiştiler. Yaptıkları alış-veriş ne kadar kötü!” [Ali İmran 187]

Devamını oku...

Basın Toplantısına Davet

Hizb-ut Tahrir / Sudan Vilayeti olarak biz, medya mensuplarını, siyasetçileri ve ülkenin kaderiyle ilgilenen tüm kardeşlerimizi, Hizb-ut Tahrir / Sudan Vilayeti Resmî Sözcüsü’nün düzenleyeceği basın toplantısına davet etmekten memnuniyet duyarız. Toplantının başlığı:

“Sudan Halkına Çağrı...  Güney’in Akıbetine Uğramaması İçin Darfur’a Sahip Çıkın”

Saat: 22 Safer 1447 / 16 Ağustos 2025 Cumartesi Saat: 13.00

Yer: Hizb-ut Tahrir / Sudan Vilayeti Port Sudan Bürosu, El Azama Mahallesi, Stad Caddesi, Stadın Doğu Tarafı.

Katılımınız tartışmaya zenginlik katacaktır.

Devamını oku...

İran Partisi’nin Silahsızlandırılması ve Lübnan Yönetiminin Bu Konudaki Rolü!

  • Kategori Lübnan
  •   |  

İran Partisi’nin Silahsızlandırılması ve Lübnan Yönetiminin Bu Konudaki Rolü!

27 Kasım 2024 tarihinde, Yahudi varlığı ile Lübnan otoritesi arasında, doğrudan Amerikan gözetiminde imzalanan ateşkes anlaşması, aslında İran partisi ve Lübnan’daki diğer Filistinli grupların silahsızlandırılması için siyasi bir zemin hazırlamıştır. Bu adım, Amerika’nın ‘barış’ arzusundan değil, tamamen Yahudi varlığının güvenliğini garanti altına alma amacından kaynaklanmaktadır. Nihai hedef ise, özellikle Aksa Tufanı hadiselerinden sonra, Müslümanların elinde kalan son savaşma kabiliyetini de yok etmektir... Bu anlaşma, aslında Amerika’nın bölgedeki oyunun kurallarını, tıpkı geçmişte olduğu gibi, yine kendi çıkarlarına göre yeniden yazdığı stratejik bir güvenlik dayatmasının son halkasıdır. İşin aslı, Lübnan’ın önüne konulmuş ve uygulanması zorunlu olan bir Amerikan reçetesidir bu. Nitekim Cumhurbaşkanı’nın 8 Ağustos 2025’te El-Hades kanalına yaptığı itiraf niteliğindeki şu açıklama her şeyi gözler önüne sermektedir: “Bu Amerikan planını uygulayabilmemiz için, ABD ve Fransa’nın garantörlüğünde Suriye ve İsrail’in de ‘evet’ demesi şart!”

Bu Amerikan belgesi, uzun süredir Lübnan ve Suriye gibi ülkelerde aslında Amerika’nın etki alanındaki İran politikalarına hizmet eden İran partisine yeni bir rol biçmektedir. Nitekim ABD elçisi Tom Barrack da bunu açıkça ifade etmiştir: Plana göre İran partisi, ağır silahları elinden alınarak siyasi bir partiye dönüştürülecek ve bu şekilde bölgedeki yeni güç dengesi içinde yeniden konumlandırılacaktır! Bu adım, Amerika’nın bölgesel vizyonuyla tamamen uyumludur. Bu vizyonun temel hedefleri ise; Yahudi varlığını korumak, onunla normalleşmeyi sağlamak ve onu, işgalci bir güç gibi değil de bölgenin doğal bir parçasıymış gibi göstererek sisteme entegre etmektir. Oysa Müslümanların bu topraklar üzerindeki hakkı, zamanın geçmesiyle, işgalin uzamasıyla, büyük veya güçlü devletlerin ya da Müslüman ülkelerdeki işbirlikçi yöneticilerin kabul etmesiyle asla düşmez.

Ateşkes antlaşmasına bakan kimse, Lübnan’daki İran’ın partisinin ivedi bir şekilde silahsızlandırılmasını açıkça hükme bağlamadığını, bilakis buna aşamalarla zemin hazırlayan bentler içerdiğini görür. Örneğin, Litani Nehri’nin güneyinde silah bulundurma yetkisinin yalnızca Lübnan devletine ait olması gibi... Hükümetin, ‘silah tekeli’ gibi kritik bir konuyu görüşmek için sekiz aydan fazla bir süre oyalanması, Siyonist varlığın Litani’nin güneyindeki tüm noktalardan çekilmeyerek anlaşma şartlarını ihlal etmesi ve buna ilaveten Lübnan’ın dört bir yanında sivil halka yönelik saldırılar gerçekleştirmesi mevcut durumu anlamak açısından yeterlidir... Tüm bu olanlar, Yahudilerin asıl amacının, Lübnan’daki siyasi gruplar arasındaki mevcut anlaşmazlıkları derinleştirmek ve bu yolla halkı kendi içinde çatışmalara ve bölünmelere sürüklemek olduğunu göstermektedir.

Bu nedenle, genelde tüm Lübnan halkının, özelde ise Müslümanların şu hususları net olarak bilmesi elzemdir:

1- Müslümanların, Yahudi varlığına karşı savaşmak için silah bulundurması meselesi, her şeyden önce İslami bir konudur. Bu meseledeki hükmü verecek olan merci; ne Amerika, ne Yahudi varlığı, ne de hiçbir yaptırım gücü olmayan Birleşmiş Milletler’in temsil ettiği uluslararası hukuktur. Bu konuda hüküm, yalnızca İslam’a aittir. Dolayısıyla bu konunun, mezhep veya cemaat eksenli kısır çekişmelere alet edilmesi kesinlikle kabul edilemez.

2- Ümmet, kuvvet sahibi evlatlarını topyekûn bir seferberliğe çağırarak, bu toprakları Yahudi varlığının pisliğinden temizleme ve Müslümanlara reva görülen katliamları durdurma vazifesini ifa etmekle yükümlüdür. Şunu da unutmamak gerekir ki, silahın bu kutsal amaç dışında, bilhassa Lübnan ve Suriye’de şahit olduğumuz gibi Müslümanların birbirine doğrultulması, kesinlikle haramdır. Böyle bir eyleme karışmak, Allah’a, Rasûlü’ne, dinine ve Müslümanlara ihanettir.

3- Şayet Müslüman ülkelerin yöneticileri, Gazze ve Filistin’deki Müslümanları maruz kaldıkları bu vahşetten kurtarmak için orduları harekete geçirmezse, o zaman halkın üzerine düşen görev, kendi içlerinde bulunan ve Hilafet Devleti’nin kurulması için mücadele eden Hizb-ut Tahrir mensuplarıyla birlikte hareket etmek ve onlara destek olmaktır. İşte bu, şu anın en acil görevidir. Zira artık şurası apaçık anlaşılmıştır ki, bu büyük felaketle ancak Hilafet Devleti başa çıkabilir. Hilafet, Yahudi varlığına son verecek ve ona güç, zulüm ve cürüm temin eden ipleri kesecektir. O, Yahudi varlığına bir son verecek ve ona güç, zulüm ve cürüm temin eden ipleri kesecektir. Öyle görünüyor ki, Allah Subhânehu ve Teâlâ, bu büyük rolü yerine getirmesi ve Rasûl SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in müjdesini gerçekleştirmesi için Hilafet’in kurulmasına zemin hazırlamakta ve ortamı düzenlemektedir. Buhari ve Müslim’in Ebu Hurayra’dan rivayet ettiğine göre Rasûl SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:

لَا تَقُومُ السَّاعَةُ حتَّى تُقاتِلُوا اليَهُودَ، حتَّى يَقُولَ الحَجَرُ وراءَهُ اليَهُودِيُّ: يا مُسْلِمُ، هذا يَهُودِيٌّ وَرَائِي فَاقْتُلْهُ  “Müslümanlarla Yahudiler harp etmedikçe kıyamet kopmayacaktır. Hatta Yahudi, taşın arkasına saklanacak da, taş; Ey Müslüman! Şu arkamdaki bir Yahudi’dir! Gel de onu öldür!’ diyecektir.”

4- Mevcut şartlar altında, özellikle de Müslümanlara karşı tarihin en korkunç katliamlarını yaptıkları ve Gazze’deki vahşetin hafızalardan silinmediği bir dönemde, Müslümanların Yahudi varlığı ile herhangi bir barış anlaşması yapması kesinlikle caiz değildir... Böyle bir barışın tek bir anlamı olabilir: Bu, Galibin Barışı olur ve yenilgiyi baştan kabullenmiş olan Müslümanlara kendi şartlarını dayatmasından başka bir anlama gelmez.

5- Şii İkili (Emel-Hizbullah) ve müttefiklerinin, hükümetin ‘silah tekelinin devlette olması’ kararına karşı, hükümetten çekilmek ya da milletvekillerini istifa ettirmek gibi somut siyasi adımlar atmak yerine, sürekli güç kullanma imasında bulunup sokağı bir baskı aracı olarak kullanmaları, asıl meselenin silahlar olmadığını göstermektedir. Gerçek amaç, gelecek dönemde iktidardan daha fazla pay kapmak için pazarlık masasına oturmaktır. İşte tüm Lübnan halkının bu noktada uyanık olması gerekir: 2005 yılından beri bıkkınlık verecek şekilde tekrarlanan bu siyasi sahnede, şu ya da bu partinin iktidar hırsıyla elde etmeye çalıştığı çıkarların kurbanı olmamalıdırlar.

6- Kendilerini “azınlık” olarak tanımlamayı kabul edenler, Müslümanlarla birlikte hareket etmeli, onların haklı davalarında yer almalı ve düşmanlarının tarafına geçmemelidir. Çünkü İslam, onları ‘azınlık’ olarak isimlendiren Batı’nın aksine, kendilerini İslam Devleti’nin vatandaşları kabul ederek onurlandırmıştır. Müslümanların sahip olduğu haklara sahiptirler, Müslümanların tabi olduğu yükümlülüklere onlar da tabidirler... Bilsinler ki, eğer ille de karşı safta yer almayı seçerlerse, ümmete karşı destek istedikleri tarafla aynı hükme tabi olacaklardır.

Son olarak, Lübnan’daki Müslümanları gaspçı Yahudi varlığını kalıcı hale getirmeyi, ümmetin elinde kalan son gücü yok etmeyi ve Nübüvvet metodu üzere Hilafet Devleti ile Allah’ın hükmünü uygulama yolunuzu tıkamayı hedefleyen her türlü komployu reddetmeye çağırıyoruz... Ayrıca şundan kesin olarak emin olmaları gerekir ki içinde bulunduğumuz bu acı dolu durumu kökünden çözecek tek şey, Nübüvvet metodu üzere İkinci Raşidi Hilafet’in kurulmasıdır. Hilafet, hem tüm Müslüman ülkelerini tek bir bayrak altında birleştirecek hem de bu topraklardan işgal altında olanları özgürlüğüne kavuşturacaktır... İşte bu yüzden sizleri, Hilafeti kurmak için bizimle birlikte çalışmaya çağırıyoruz! Hilafet tüm silahları ‘La ilahe illallah’ bayrağı altında toplayacak ve ‘Onlara karşı elinizden gelen her türlü gücü hazırlayın’ ayetini rehber edinecektir. Hilafet, mutlaka ama mutlaka kurulacaktır. Çünkü o, Peygamber Efendimiz SallAllahu Aleyhi Sellem’in sahih hadisinde müjdelediği gibi, içinde yaşadığımız bu zorba ve baskıcı idareler döneminin ardından kurulacak son ve nihai yönetim biçimidir.

تكونُ النُّبُوَّةُ فيكم ما شاء اللهُ أن تكونَ، ثم يَرْفَعُها اللهُ تعالى، ثم تكونُ خلافةٌ على مِنهاجِ النُّبُوَّةِ ما شاء اللهُ أن تكونَ، ثم يَرْفَعُها اللهُ تعالى، ثم تكونُ مُلْكاً عاضّاً، فتكونُ ما شاء اللهُ أن تكونَ، ثم يَرْفَعُها اللهُ تعالى، ثم تكونُ مُلْكاً جَبْرِيَّةً فيكونُ ما شاء اللهُ أن يكونَ، ثم يَرْفَعُها اللهُ تعالى، ثم تكونُ خلافةً على مِنهاجِ نُبُوَّةٍ» ثم سكت“Allah’ın olmasını dilediği kadar aranızda Nübüvvet olacak, sonra onu kaldırmayı dilediğinde onu kaldıracaktır. Sonra Nübüvvet Minhacı üzere [Raşidi] Hilafet olacaktır. Böylece Allah’ın olmasını dilediği kadar olacak, sonra Allah onu kaldırmayı dilediğinde onu da kaldıracaktır. Sonra ısırıcı Hanedanlık olacaktır. Böylece Allah’ın olmasını dilediği kadar olacak, sonra kaldırmayı dilediğinde Allah onu da kaldıracaktır. Sonra Zorba Diktatörlük olacaktır. Böylece Allah’ın olmasını dilediği kadar olacak, sonra onu kaldırmayı dilediğinde onu da kaldıracaktır. Sonra (yeniden) Nübüvvet Minhacı üzere [Raşidi] Hilafet olacaktır.” Sonra sustu.”

Haydi öyleyse onun askerlerinden ve şehitlerinden olun; düşmanlarının piyonu olmayın!

Devamını oku...

Avustralya’nın Filistin’i Şartlı Olarak Tanıması, Adalet Değil Soykırımın Ödüllendirilmesidir

Avustralya Başbakanı Anthony Albanese, ülkesinin Filistin devletini tanımaya hazır olduğunu duyurdu. Ne var ki bu duyurudan önce, adeta on yıllardır süren suç eylemlerinin baş müsebbibi olan suçluların gönlünü almaya çalışırcasına hem Mahmud Abbas’ı hem de Binyamin Netanyahu’yu şahsen aradı.

Başbakan, geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklamada, Filistin devletinin tanınmasının; Filistin’in işgali tanıması, kalıcı sınırlarını kabul etmesi, kurulacak devletin silahsız olması ve Hamas ile tüm direniş unsurlarının tamamen tasfiye edilmesi şartlarına bağlı olduğunu belirtti.

Avustralya hükümetinin teklifi, soykırımı ödüllendirmekten başka bir şey değildir. Bu teklif; kendini savunma kabiliyetinden yoksun, çalınan topraklarından vazgeçmeye zorlanan, kimin yöneteceği Batılı güçlerce dikte ettirilen ve barbar bir suç örgütüyle ilişkileri normalleştirmeye mecbur edilen, hayali ve içi boş bir devletten ibarettir.

Bunlar adaletin koşulları değildir. Aksine bunlar, yaklaşık iki yıllık bir soykırımın ardından Yahudi varlığı ve Amerikalı destekçilerinin ulaşmak istediği hedeflerin ta kendisidir. Avustralya, işgalin askerî yolla elde edemediği teslimiyeti diplomatik yolla sağlamaya çalışmakta, soykırım sopası işe yaramayınca, bu kez “hayalî bir Filistin devleti” masalını havuç olarak uzatmaktadır!

Avustralya’nın Filistin devletini tanıma isteğini duyurması ancak Filistin halkını tanımaması tam bir ironidir. Hükümetin insanlık yoksunu siyaseti ve mağduru suçlama politikaları, Filistinlilerin çektiği acıları görünmez kılmış ve işgalcilerin suçlarını sorgulanamaz hale getirmiştir. Avustralya, ancak Filistinlilerin çoğu öldürüldükten veya yerinden edildikten sonra, yani ortada tanınacak hiçbir şey kalmadığında Filistin’i tanımaya yeltenmektedir.

Dünya, işgalin Filistin’de ‘nihai çözüm’ eşiğine gelmiş olmasından haklı olarak endişe duymaktadır. Avustralya ise kendi payına, bu suç ortaklığı konusunda umutsuzca masumiyet taklidi yapmaya çalışmakta ve bunu yaparken de yalnızca kendi suçluluğunu tescillemektedir. Siyonist-Batı ittifakının ipliği tüm dünyanın gözleri önünde pazara çıkmıştır. Artık hiçbir boş laf kalabalığı veya göstermelik jest, bu çirkin hakikati sonsuza dek örtemeyecektir.

Devamını oku...

Yöneticilerimizin Tepkileri, Ümmetin Arzularının Seviyesine Çıkmıyor!

  • Kategori Haber ve Yorum
  •   |  

Haber-Yorum

Yöneticilerimizin Tepkileri, Ümmetin Arzularının Seviyesine Çıkmıyor!

Haber:

Yahudi varlığının başbakanı Binyamin Netanyahu, Yahudi “i24” kanalına verdiği televizyon röportajında tartışma yaratan açıklamalarda bulundu; zira şöyle dedi: “Ben tarihi ve ruhani bir görevdeyim ve “Büyük İsrail” vizyonuna duygusal olarak bağlıyım.” (El Cezire Net)

“Arap dünyası Netanyahu'nun ‘Büyük İsrail’ açıklamalarını kınadı ve Mısır açıklama talep etti” başlığı altında El Cezire Net şöyle yazdı:Suudi Arabistan, Katar, Ürdün, Mısır ve Arap Birliği, Çarşamba günü Netanyahu'nun “Büyük İsrail Vizyonu” olarak adlandırdığı açıklamaları kınadı ve bunu Arap devletlerinin egemenliğine bir saldırı olarak nitelendirdi.

Yorum:

Ülkemizdeki alçak yöneticiler bizi şuna alıştırıyor:Düşmanların açıklamalarına ve tehditlerine kınama, eleştirme ve inkarla ile karşılık vermelerine ve ümmetin, olayların veya tehditlerin seviyesine yakışır eylemlerde bulunmayı alışkanlık haline getirmemesine;bu da onların bir vadide, ümmetin ise başka bir vadide olduğu, ümmetin sorunlarının kendileriyle uzaktan yakından hiçbir ilgisi olmadığı, hatta onların sorunlarının ümmetin sorunlarından farklı olduğu, hatta çeliştiği anlamına gelmektedir.

Ümmetin merkezi davası, Allah'ın indirdikleriyle ile hükmetmek ve ülkemizdeki mevcut bu karton varlıkları, Hilafetin sancağı altında birleştirmek, yani on iki asırdan fazla bir süredir olduğu gibi ümmeti eski haline geri döndürmektir;zira o zaman ümmet, İslam'la izzetli olan bir ümmetti; zira İslam ile hükmediyor, İslam'ı bir hidayet ve rahmet risaleti olarak tüm insanlara taşıyordu; yine o zaman ümmet izzetli ve heybetli bir ümmet olup düşmanları ümmete kendisine ve topraklarına zarar verecek tek bir kelime dahi söylemeye cesaret edemediği gibi yine kendisine ve topraklarına zarar verecek tek bir eylemde dahi bulunmaya cesaret edemiyordu. Bugünkü yöneticilerimizin davasına gelince; helak olmuş koltuklarını korumanın yanı sıra kafir ülkelerdeki efendilerinin çıkarlarını da korumak olduğu gibi ümmeti ve ümmetin çıkarlarını korumak yerine düşmanların çıkarlarını ve sınırlarını korumak ve ümmetin evlatlarını düşmanlarına teslim etmektir.

İki gözü olan herkes için, İslam ümmetinin felaketinin bizzat yöneticileri olduğu, tüm sorunların sebebinin bu yöneticiler olduğu ve sorunların çözümünün onlardan kurtulmak ve İslam Devleti'nin kurmak olduğu açığa çıkmıştır; zira Nübüvvet Minhacı üzere Hilafet Devleti, Allah'ın Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in müjdesi olup Hizb-ut Tahrir de onu kurmak için çalışmaktadır; işte o zaman Netanyahu ve onun arkasındaki küfür ülkelerinin liderleri, Müslümanların gerçeğini göreceklerdir.وَسَيَعْلَمُ الَّذِينَ ظَلَمُوا أَيَّ مُنقَلَبٍ يَنقَلِبُونَZulmedenler, hangi dönüşle döndürüleceklerini yakında bileceklerdir.” [Şuara 227]

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Halife Muhammed – Ürdün

Devamını oku...

Ataları Tunus Valisine Cizye Öderlerken Trump İse Tunus'a Gümrük Vergisi Uyguluyor!

  • Kategori Haber ve Yorum
  •   |  

Haber-Yorum

Ataları Tunus Valisine Cizye Öderlerken Trump İse Tunus'a Gümrük Vergisi Uyguluyor!

Haber:

ABD Başkanı Donald Trump, 7 Ağustos 2025 Perşembe günü Truth Social platformunda yaptığı bir paylaşımda, onlarca ülkeye uygulanan gümrük vergilerinin yürürlüğe girdiğini duyurdu.ABD'nin Tunus'a uyguladığı gümrük vergisinin %25 olduğu tahmin edilmektedir.

Uzmanlar, bu vergilerin zeytinyağı sektörünü olumsuz etkileyeceğini düşünüyor; zira Tunus ihracatının yaklaşık %30'u ABD pazarına yapılıyor.

Yorum:

Eğer buna yol açan ve bütün sebepleri sağlayan iki şey olmasaydı bu kibirli adam, dünyanın birçok ülkesinin ekonomisini kontrol edemez, politikalar çizemez, kısıtlamalar dayatamaz, ihracat ve ithalat oranlarını belirleyemez ve kendisini halkların rızkını dağıtan bir kişi olarak göremezdi:

Birincisi:  Ülkesinin özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası İslam beldelerine yönelik izlediği ekonomi politikası ve bu ülkelerin sadece tüketim pazarı olarak kalmasını tavsiye eden ve Batı'nın ihtiyaç duyduğu ürünleri üretip ihraç etmelerini öngören Campbell Konferansı'nın tavsiyelerinin bir uzantısı olmasıdır.Buna bir de Nixon'ın altın ve gümüşün Dolarla değiştirilmesi, yani sahte zorunlu kağıtlar şoku eklendi ve bu da Amerika'nın ihtiyaç duyduğu ürün ve malları en düşük fiyatlarla çalmasına katkıda bulundu. Bunun yanı sıra Müslümanların içinde yaşadığı bu kafeslerin ekonomilerine şartlarını dayatmak için Amerika'nın kullandığı araçlar olan Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası'nın dayatmaları da vardır.

İkincisi: Müslüman ülkelerdeki ardışık yönetim sistemlerini, dikteler, borçlar ve ürünlerinin ihracat kapılarını kapatarak zincirlemektir; bu vizyon ve köklü çözümlerin yokluğunun bir sonucu olarak Tunus ya Trump'ın acımasız şartlarına boyun eğmek zorunda kalacak veya ekonomisini GATT anlaşmasıyla mahveden ve ALECA anlaşmasını yürürlüğe koymak isteyen Avrupa Birliği'nin insafına kalacak, ya da Çarlık Rusya'sı veya tek küfür milleti olan diğer ülkelerin pazarlarına yönelecekti.   

“Roma'nın mezarı” yeşil Tunus, Roma'nın gıda sepeti anlamına gelmektedir; zira Roma halkının çoğu, Haçlı Batı'nın onlarca yıldır ekonomisine uyguladığı pranganın bir sonucu olarak yoksulluk ve sefalet içinde yaşıyordu; bu yüzden Tunus’un servetlerini yağmalamak ve onun bir lokma ekmek için dilenci olarak kalmasını sağlamak için onun için kötü yasalar ve ekonomik politikalar yazdı. Tıpkı Rabbimiz Subhanehu’nun aziz Kitabı’nda şöyle buyurduğu gibi: مَّا يَوَدُّ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ وَلَا الْمُشْرِكِينَ أَن يُنَزَّلَ عَلَيْكُم مِّنْ خَيْرٍ مِّن رَّبِّكُمْ (Ey iman edenler!) Ehl-i Kitaptan kâfirler ve putperestler de Rabbinizden size bir hayır indirilmesini istemezler.” [Bakara 105] Tunus Zeytuna, kendi ateşiyle yanıp tutuşan ve Tunus’u da kuşatan rejimden esinlenen çözümlerle krizlerinden çıkamayacaktır; eğer ümmet, sömürgecinin arasında türettiği sınırlar ve engelleri kırmış olsa, ürünlerini ve zenginliklerini pazarlamak, ekonomisini canlandırmak, tarım, sanayi ve hizmetlerini eski ihtişamına geri döndürmek için, Amerika'ya, Avrupa'ya ve Rusya'ya ihtiyaç duymazdı. İşte ümmetin, vahşi sömürgeci Fransa'nın ve onu izleyen bu sömürgeciliği pekiştiren rejimlerin, sadece ekonomik olarak değil, aksine aynı şekilde fikri ve siyasi olarak da müdahale etmeden önceki durumu böyleydi.

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Necmeddin Şuaybin

Devamını oku...

Amerika'nın İstediği Şey, Silahlar Kalsa Bile Yahudi Varlığının Resmen Tanınmasıdır!

  • Kategori Haber ve Yorum
  •   |  

Haber-Yorum

Amerika'nın İstediği Şey, Silahlar Kalsa Bile Yahudi Varlığının Resmen Tanınmasıdır!

Haber:

Lübnan'daki siyasi ve güvenlik haberlerinin çoğu, Yahudi varlığını hedef alan silahlar konusunun etrafında dönüyor ve siyasi analistler ile gazetecilerin çoğu bu konuya odaklanıyor.

Yorum:

Amerika, Yahudileri öldüren silahların Lübnan ordusuna teslim edilmesini istiyor ve çıkarına gördüğünde içeride veya komşu ülkelerdeki Müslümanlar arasında kullanabilmek için tüm insanların elinde kalan herhangi bir silah onun umurunda değildir.

Amerika, biz Müslümanların en büyük düşmanı olup bunu açıkça, hatta küstahça söylemiştir; zira ABD'nin Lübnan'daki temsilcisi Barrack, Lübnan devletine teslim edilmesi gereken silahların, mübarek Filistin'i gasp eden Yahudi varlığına karşı kullanılabilecek silahlar olduğunu, diğer herhangi bireysel veya orta ölçekli silahların olmadığını açıklamıştır; çünkü bireysel ve orta ölçekli silahlar, Yahudilerin varlığına zarar vermez, aksine ona hizmet ettiği gibi tekfirciler, aşırılıkçılar, gericiler, geri kalmışlık bahanesiyle Müslümanlar arasında veya mezhepçilik, milliyetçilik ve ırkçılık ve Müslümanlar arasında besledikleri diğer tanımlamalar bahanesiyle Müslümanlar arasında ya da hatta Müslümanlar ile yüzlerce yıldır birlikte yaşayan, bizden namus, mal ve canın korunmasından başka bir şey görmemiş, kendimize uyguladığımız kanunları kendilerine uyguladığımız, bizim lehimize olanın onların da lehine olduğu ve bizim aleyhimize olanın kendilerinin de aleyhine olduğu kimseler arasında savaşmaya tahrik etme konusunda Amerika ve tüm Batı'ya hizmet etmektedir.

En büyük düşmanımız Amerika, Yahudi varlığına zarar veren silahları yok etmek veya etkisiz hale getirmek istediğinde, neden politikacılar ve medyacılar buna odaklanıyor?!

Peki neden en önemli konular, Amerikan düşmanının talebi üzerine, derinlemesine araştırılmadan ve ümmet için olan tehlikesi ortaya konmadan medyada ve Bakanlar Kurulu'nda gündeme getiriliyor; gündeme getirenlerin en tehlikeli olanı ise, Yahudi varlığıyla kara sınırlarının belirlenmesi, yani bu gaspçı varlığı resmi olarak tanımak ve bundan sonra hiç kimsenin, sanki Filistin sadece Filistin halkına aitmiş gibi bizi ikna etmeye çalıştıkları gibi sadece Filisin halkının değil, tüm Müslümanların mülkü olan Filistin için herhangi bir silah taşımaya hakkı olmadığını kabul etmektir?!

Tehlikeli olan ise bu meseleyi bazen barış, bazen uzlaşma, bazen bölgedeki güvenlik, bazen de ekonomik, turistik ve siyasi refah ve bu mutant varlığının tanınması halinde Müslümanlara vaat ettikleri refah altında gündeme getirmektir!

Amerika, Müslümanların Yahudi varlığını asla kabul etmeyeceklerini çok iyi biliyor; bu nedenle Amerika’nın, Müslümanların dikkatlerini en önemli hayati meselelerden başka yöne çekmek yoluyla Müslümanların içine sızdığını görmektesiniz. Evet, Amerika bizim silah konusuna odaklanmamızı istiyor; ancak Amerika, eğer Lübnan resmi olarak Yahudi varlığıyla sınırların çizilmesini kabul ederse silah ne kadar güçlü olursa olsun bir fayda sağlamayacağını ve Yahudi varlığına karşı kullanılamayacağını biliyor; böylece Müslümanların başındaki yöneticiler ve Filistin otoritesi gerekçe gösterilerek Yahudi varlığı ve onun mübarek Filistin toprakları üzerindeki haklarını tanımış olacaktır.

Yahudi varlığını tanımak, Allah'a, Rasulü'ne, müminlere ve Filistin'in kurtuluşu için dökülen ve hala dökülmeye devam eden şehitlerin kanına ihanettir.Buna rağmen bizler hala Gazze Haşim ve Filistin'de savaşan bazı ümmetimiz için bir hayır umuyoruz ve onlar kanlarıyla bize şöyle diyorlar:Bizim için tüm bunlara ve daha fazlasına mal olsa bile Yahudi varlığını asla tanımayacağız...Peki Lübnan'da, koşullar ne kadar zor olursa olsun, Yahudi varlığının tanınmasını kabul edecek miyiz?! Bizimle birlikte silahı bıraksa bile Yahudi varlığıyla sınırların çizilmesini, yani onun tanınmasını kabul edecek miyiz?! Bu, çok geç olmadan cevaplamamız gereken bir sorudur.

Hizb-ut Tahrir Merkezi Medya Ofisi İçin Yazan
Dr. Muhammed Cabir - Lübnan

Devamını oku...
Bu RSS beslemesine abone ol

SİTE BÖLÜMLERİ

BAĞLANTILAR

BATI

İSLAMİ BELDELER

İSLAMİ BELDELER